Blog

Keşke ölmeseydiniz...

Soma'daki maden faciasını yerinde takip eden Al Jazeera muhabiri Gonca Şenay, hayatını kaybeden 301 işçinin ardından yazdı.

bağırmak istiyor insan acıdan ama oksijen yok ki, zaten içeridekilere lazım çok harcamayalım. bağırmayalım... zaten bağırsak da kimse duymaz sesimizi. en azından bazılarımızı... zaten normalde duyuyor mu ki herkes birbirini?
mesela siz daha önce duymuş muydunuz onların çığlıklarını, çaresizliğini. ama herkes dürüst olsun, en azından kendi kendisine itiraf etsin. duymuştunuz ve umursamamıştınız. umursamamıştınız belki ağır oldu, duymuştunuz ama hemen unutmuştunuz...
ben kendime sordum aynı soruyu, bir kere de değil defalarca... aslında kendilerini çaresiz sandıklarını biliyordum ama bir şey yapmadım. elimden bir şey gelir miydi, pek sanmıyorum. pek sanmadığım için okuduğum "madendeki göçükte iki kişi öldü" haberlerini, "hay allah yazık olmuş" deyip gazete sayfasını çevirdiğim hızda unuttum onları. keşke unutmasaydım...
işçiler onlar, "işçi sınıfı"...  ama öyle tanımlamıyorlar kendilerini, "ben garibanım" diyorlar. öyle ama zaten... bakınca bu garibanları görmüyor ki insan, gerçekten hepsi garibanlar.
gariban olmasalar başka olurdu, böyle ölmezlerdi bence...
mesela hâlâ bilmiyoruz neden öldüler, 300'ünüz birden neden öldünüz? nedenini değil ama nasılını biliyorum, bazılarınız üst üste yığılıp kaldınız... bazılarınız çocuğuna "oğlum hakkını helal et" diyecek kadar beklediniz son nefesini vermek için. sanırım emindiniz hakkını helal edeceğinden. etmiştir, hoca sormuştur, "hakkınızı helal ediyor musunuz?" herkes cevap vermiştir ve bence sizi en çok sevenler, ağlamıştır... diğer herkesin de boğazında bir yumru olmuştur. cenazelerinize katılamadım, maden ocağında diğerlerinin cansız bedeni çıksın diye bekliyordum, o yüzden bunları sadece tahmin ediyorum...
neden takmadınız maskelerinizi? keşke bilseydim... bir de şunu hatırlamaya çalışıyorum. o gün o saatlerde ben ne yapıyordum acaba? birçoğunuzun üç beş dakika içinde öldüğünü söyleyip durdular bize. nefes alamadığınızı ve çok kısa bir sürede toplu olarak öldüğünüzü tahmin ediyorlar... o üç beş dakikayı, o kadar çok düşündüm ki, ben ne yapıyordum? benim hayatımın o kadar sıradan geçen üç beş dakikasıydı demek ki hatırlayamıyorum. ne kadar kıymetli dakikalarmış oysa, ne kadar kıymetliymiş zaman.
acaba siz bilmiş miydiniz tam o anların ve sizden önce başkalarının öldüğü zamanların değerini. sevmiş miydiniz mesela... sevildiniz mi diye sormuyorum, birçoğunuzun çok sevildiğine şahit oldum ben. hanginiz bilmiyorum şimdi ama bir "mustafa"nın annesi vardı, artık kim mustafa dese bana sanki o bağırıyormuş gibi gelecek galiba.
iliklerime işledi.
içimde öyle bir titreme sanki elimi hoparlörün üzerine koymuşum gibi mustafa deyince.
mustafa'm mustafa'm....
o kadar ki bir süre bütün mustafa'lar mustafa'm olacak galiba, en azından bir süre... sonra ben de unutabilirim, aksini söz veremiyorum çünkü insanım. bazen kocaman bir varlık tüm dünyayı kaldırabilecek güçte, bazen o kadar eziliyorum ki bir araba karşıdan geçmeye çalışan birine yol vermeyince... o yüzden söz veremiyorum, unutmazsam galiba ben de bir gün, bir yerde sizin gibi nedeni bilinmeden boğulurum.
yine bilmiyorum kaç yaşında bir adam vardı, ne kadar çok ağladı yanımda. ocağın girişinde bekledik beraber, çıkarılan cenazelerin yüzünü görmeye çalışıyordu. yüzleri kapalı çıkarılıyorlardı oysa, o yine de elinden, ayağından tanımaya çalışıyordu. elinden, ayağından nasıl tanıyacaksınız bir insanı? umut işte... bir yandan da cenaze ama o çıkanlar... olsun cenazesi çıksın, bir şekilde çıksın da bu acı bitmese de başka bir boyuta geçsin diye bekliyorlar galiba.... oğlunu bekliyor sandım, "hayır yeğenim" dedi.... ne çok sevmiş yeğenini...
sonra yaşlı bir kadın ile erkek vardı. ağlıyorlardı birlikte, el ele... bir teyze ile bir amca. ben onları karı koca sandım yine yanıldım. kardeşlermiş... iki kardeş birbirlerinin elini tutmuş diğer kardeşlerinin çocuğuna ağlıyorlardı, yani onlar da yeğenlerine... sonra bir haber geldi, o da ölmüş. zaten biliyorlardı ağlarken ama haber gelince daha çok ağladılar. sonra kadın ayağa kalktı, oturduğu demir yığınının üzerinden inmek için elimi tuttu. acısı elektrik gibi bana geçti sandım. geçmez mi sanıyordunuz siz? bence geçti, onun kalbinden eline, benim elimden kalbime kadar girdi, kalbime kadar.... kalbimi şöyle sımsıkı tuttu, kavradı, kaç gün geçti hâlâ bırakmadı... onun acısı azalmadı ama sadece bana da geçti bir süreliğine. bir de bırakmadı elimi uzun süre... kardeşine "hadi kalk gidelim, ambulanslara bindiriyorlar,  bakalım belki görürüz" derken de tuttu benim elimi... niye acaba? oysa hiç konuşmamıştık, ben sadece yanlarında durup onları dinlemiştim.
sevmek ne güzel ve ne kadar zor... hiç sevmesek hiç üzülmeyiz, acı çekmeyiz hiç muhtemelen.  ama nasıl olacak? diyelim ki bir kadın bir erkeği sevdi ama olmaz dedi ya da bir erkek kadını; ama anneni, babanı, çocuğunu nasıl sevmeyeceksin?
sevmemek değil de belki sevmemiş gibi yapabilmek vardır... tabii sevmiş gibi yapabilenler de var, onları anlamak daha zor.
o uzun konu ama kimse sizi sevmiş gibi yapmadı "madendeki canlar" ya da "canları hep madende kalanlar". ben sizi duyamıyorum ama siz beni duyabiliyorsanız içiniz rahat olsun. birileri önemser gibi yaptı sizi, birileri ise sevmiş gerçekten... çünkü sevmek kadar sevilmek de güzel.
köseler köyünde 6 yaşındaki sümeyla'yı gördüm ben. babası öldü diye birileri ona sarı saçlı bir bebek göndermiş. sokakta oynuyordu o bebekle... sorgulamıyorum neden gönderdiler o bebeği, iki saatliğine gelip ona bakıp gittiler muhtemelen. "ayy canım babasız kaldı" filan dediler. sümeyla da daha anlamadı babasızlık ne demek.... ben de bilmiyorum, ben de anlamadım onu... babam biliyor galiba o da o yaştaydı babası öldüğünde... herkes ilgi gösteriyordu yetim çocuk sokakta bebeği ile oynuyor diye, "garibanın yetim çocuğu"...
bebeğinin saçları darmadağınıktı, hadi gel bebeğin saçlarını örelim dedim gelmedi. iyi ki gelmedi... akıllıymışsın sümeyla. gelseydin hüngür hüngür ağlardım, sen de korkardın.
kaç çocuk yetim kaldı acaba? dün gece o maden ocağının kapısında kendi kendimi bunu içinden çıkmaya çalışırken buldum. daha o sırada 285'inci ambulans ocaktan çıkacak cenazeyi yükleyecek diye bekliyorduk... "her birinin en az bir çocuğu olsa bir yetim. ikişer çocuk olsa 570 yetim" derken bir düşündüm herhalde en son 570 çocuğu ilkokul bahçesinde istiklal marşı okurken gördüm... kaç otobüs eder, arka arkaya dizseniz kaç metre... hiçbirinin babası yok... baba sevgisini, babanın çocuğuna bakışını geçtim o zaten yürek sızısı bir babadan korkmayı bile bilmeyecekler...
ne üzdünüz beni.... nasıl oldu bu iş? bir anda hepiniz.... galiba tek tek ölseniz hiçbirimiz bu kadar üzülmedik, toplu ölünce oldu her şey...
hep hava kararınca çıktı cenazeleriniz... karanlıkta ama tam da karanlık değil... dolunay vardı, bir de ölmeyen madencilerin baretlerinin üstündeki lambalar.
biliyor musunuz sizin kaç kişi olduğunuzu biz dışarıdakiler bir türlü hesaplayamadık... sonra birileri girdi sizin lambahaneye... ne kadar lamba eksikse vardiya 2'den o kadar kişi dışarı çıkamadı dediler... yürüyerek çıksanız lambaları lambahanede her birinizin isminin yazılı olduğu yere şarja takıp evinize gidecektiniz. sevgilinize, eşinize, çocuklarınıza...
ama yürüyerek girdiğiniz o yerin altından öyle çıkamadınız... keşke çıksaydınız...
siz çıkmadan önce bir siren sesi geldi hep... kim bastı o düğmeye, nereden geldi o ses, bilmiyoruz hiçbirimiz. öyle ince öyle derinden bir ses ki, içten içe bize kaldıramayacak olan varsa bakmasın diye bağırdı. ben o gün değil ama sonradan kaldıramayacağımı biliyordum ama yine de baktım, çünkü mecburdum.
sonra bant aktı, bandı görmedim ben hiç ama uğultusunu duydum. orada olmayanlar için söyleyeyim havaalanında bavullarınızı taşıyan bandın uğultusu gibi değil. başka bir ses o....
sonra sizi çıkarabilir miyiz diye aralarından bazıları zehirlenen kurtarma ekiplerinin elinde bir sedyede battaniyeye sarılı bedeniniz çıktı... bir daha, bir daha, bir daha...
yeter diye bağırmadı kimse…
son 18 kişiyi beklerken biz artık, birkaç aile kalmıştı, cenazeleri önce ölenler acılarını alıp giderken havaya da bir ağırlık bırakmışlardı biz taşıyalım diye... kalanlar ancak kendi acılarını taşıyabilir diye biz taşıdık o ağırlığı, utancı en azından ben taşıdım, emin olabilirsiniz.... ben orada onca ağırlıkla uğraşırken aileler teşhis için cenazelere baktılar. ne gördüklerini birbirlerine anlattılar, onu yazmayacağım...
biz ne yapmış olursak olalım, siz ölecek miydiniz acaba? yine de keşke ölmeseydiniz.... benim gibi çocuğunun dişi çürüse sıkıntıdan içi içini yiyen anneleriniz öyle dalı olmayan ağaçlar gibi anlamsız kalmasaydı bu dünyada...
itiraf edeyim ben en çok annelerinize ve çocuklarınıza üzüldüm.... diğerleri beni affetsin....
 

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;