Görüş

Chomsky: 11 Eylül – Başka bir yol var mıydı?

Güçlü devletler, en azından yenilgiye uğramamış olanlar, neredeyse her yerde işledikleri suçları hasıraltı ediyor.

Konular: Dünya
Salvador Allende halka sesleniyor.
11 Eylül 1973’te, CIA, Şili’nin demokratik bir şekilde seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’yi devirip yerine askeri bir diktatörlük kurmuştu. [Jaume d'Urgell, flickr]

dünyayı değiştirdiği yaygın olarak kabul gören korkunç 11 eylül 2001 vahşetinin onuncu yıl dönümüne yaklaşıyoruz. 1 mayıs’ta, bu suç eyleminin beyni olduğu varsayılan, usame bin ladin, geronimo operasyonu’nda, pakistan’da, amerika birleşik devletleri’nin (abd) özel komandoları navy seal’lardan oluşan bir tim tarafından silahsız ve savunmasız bir durumda yakalandıktan sonra öldürüldü.

birçok uzman, en sonunda öldürülmüş olmasına rağmen ladin’in, abd’ye karşı giriştiği savaşta bazı büyük başarılar kazandığını düşünüyor. eric margolis şunları yazdı: “[ladin], abd’yi islam dünyasından çıkarmanın ve onun kuklası yöneticileri mağlup etmenin tek yolunun amerikalıları, nihayetinde iflas etmelerine sebep olacak bir dizi küçük ve pahalı savaşa çekmek olduğunu defalarca söylemişti [ve] ‘abd’ye kan ağlatmak’ ifadesini kullanmıştı. abd ise, önce george w. bush ve onun ardından da barack obama ile ladin’in tuzağın üstüne atladı. rahatsız edici derecede şişirilmiş askeri giderler ve borç bağımlılığı, ... amerika birleşik devletleri’ni yeneceğini düşünen bu adamın muhtemelen en zararlı mirasıdır.” (özellikle de, borçların, demokrat parti sistemi ile danışıklı dövüş içindeki aşırı sağ tarafından sosyal programlar, devlet eğitimi, sendikalar ve genel olarak büyük şirketlerin tahakkümü karşısındaki engellerden geriye kalanları yok etmek için menfaatperestçe sömürüldüğü bir zamanda…)

washington’ın, ladin’in arzusunu gerçek kılmaya istekli olduğu hemen belli oldu. saldırılardan çok kısa bir süre sonra yazdığım “11 eylül” başlıklı kitabımda üzerinde durduğum gibi, bölge konusunda bilgi sahibi herkes şunu görebiliyordu: “müslüman nüfusa yönelik ağır bir saldırı, ladin ve arkadaşlarının dileklerinin yerine gelmesi olacaktır ve fransa dışişleri bakanı’nın da söylediği gibi, abd ve müttefiklerini ‘şeytani bir tuzağa’ çekecektir”.

bundan çok kısa bir süre sonra, 1996 yılında usame bin ladin’i takip etme görevini yürüten yüksek düzeyli bir cia uzmanı olan michael scheuer şunları yazdı: “bin ladin, ülkemize karşı giriştiği savaşın sebeplerini amerikalılara kesin ve net bir şekilde söylemiştir. amacı, abd ve batı’nın islam dünyasına yönelik politikalarını kökten değiştirmektir.” (ki bunu büyük ölçüde başarmıştır.) “usame bin ladin’in 1990’ların başından beri uğraştığı ve önemli ölçüde başarılı olmasına rağmen nihayete erdiremediği islam dünyasının radikalleşmesi sürecini, abd güçleri ve politikaları tamamlamaktadır. burada, bin ladin’in tek ‘zorunlu’ müttefikinin amerika birleşik devletleri olduğu sonucunu çıkarmak makul olacaktır” (ve aynısı ölümünden sonrası için de söylenebilir).

ilk 11 eylül

başka bir yol var mıydı? 11 eylül sonrasında, büyük çoğunluğu ladin’i kıyasıya eleştiren cihat hareketinin, bölünerek yok edilmesi gerçekten de mümkündü. haklı bir şekilde ‘insanlığa karşı işlenmiş bir suç’ olarak adlandırılan bu eyleme bir suç olarak yaklaşılabilir ve olası şüphelileri yakalamak için uluslararası bir operasyon düzenlenebilirdi. bu alternatif o dönemde de biliniyordu ancak dikkate bile alınmadı.

“11 eylül” kitabımda, robert fisk’in, 11 eylül’ün “kötülük ve dehşet verici bir zalimlik” ile işlenen “korkunç bir cürüm” olduğu yönündeki çıkarımına doğru bir değerlendirme olarak yer vermiştim. bu cürümlerin daha da kötü olabileceğini akılda bulundurmakta fayda var. örneğin, bombalama eylemleri beyaz saray’ı bombalamaya kadar gitmiş olabilirdi; başkan öldürülmüş, ardından binlerce insanı öldürüp on binlercesine işkence yapan acımasız bir askeri diktatörlük zorla tesis edilmiş ve bu arada, dünyanın diğer ülkelerinde benzeri işkence ve terör devletleri kurmaya yardım etsin ve uluslararası suikast kampanyaları yürütsün diye uluslararası bir terör merkezi de kurulmuş olabilirdi. daha da çarpıcısı, ekonominin başına ülkeyi tarihindeki en kötü ekonomik buhrana sürükleyecek bir ekonomistler grubu (onlara da ‘kandaharlı çocuklar’ diyelim!) getirilmiş olabilirdi. bütün bunlar, açıktır ki 11 eylül’den dahi kötü olurdu.

maalesef, bunlar bir düşünce egzersizi değil. gerçekten de oldu. bu özette, kişi başına düşen karşılığı, yani gerçek değerleri elde etmek için sayıları 25 ile çarpmamız gerekmesi dışında doğru olmayan hiçbir şey yok. tabii ki, abd’nin, şili’deki demokratik salvador allende hükümetini askeri bir darbe ile devirip yönetime general pinochet’nin vahşi rejimini getirme amaçlı yoğun çabalarının başarıya ulaştığı, latin amerikalıların “ilk 11 eylül” olarak adlandırdıkları 11 eylül 1973’ten bahsediyorum. hedef, nixon yönetiminin kullandığı sözlerle ifade edecek olursak, ‘bizi mahvetmeye çalışan yabancıları’ kendi kaynaklarını ellerine almaya ve diğer yollarla, kabul edilemez bağımsız gelişme politikaları izlemeye yüreklendirebilecek bir ‘virüsü’ yok etmekti. arka planda, ulusal güvenlik konseyi’nin şu çıkarımı vardı: abd latin amerika’yı kontrol edemezse “dünyanın başka hiçbir yerinde başarılı bir düzen oluşturmayı” beklememelidir.

ilk 11 eylül, ikincisinin aksine, dünyayı değiştirmedi. henry kissinger’ın, birkaç gün sonra patronuna güvence vermek için sarf ettiği sözlerde olduğu gibi, “fazla önemli bir şey değildi”.

bu fazla önemli olmayan olaylar, şili demokrasisini imha edilip onu takip eden korku hikayesini harekete geçirmekle başlayıp bitmedi. ilk 11 eylül, 1962 yılında başlayan dramın sadece bir bölümüydü. john f. kennedy, 1962 yılında, latin amerika askeri gücünün, 2. dünya savaşı’ndan kalma anakronik bir kavramla ‘yarıküre savunması’ olarak tanımlanan misyonunu, latin amerika’nın abd hakimiyetindeki çevrelerinde insanın kanını donduran bir yoruma sahip olan ‘iç güvenliğe’ dönüştürmüştü. 

cambridge üniversitesi’nin soğuk savaş’a yönelik özel yayının (cambridge university history of the cold war) yeni sayısında latin amerikalı akademisyen john coatsworth’ün belirttiği gibi, bu tarihten itibaren ve “sovyetler’in 1990’larda çökmesine kadar, latin amerika’daki siyasi mahkumların, işkence kurbanlarının ve şiddete başvurmadığı halde infaz edilmiş siyasi muhaliflerin sayısı, sovyetler birliği ve onun doğu avrupa’daki uydularıyla karşılaştırıldığında oldukça fazlaydı”. bunlara, her zaman washington’un başlattığı veya desteklediği, din kisvesi altında gerçekleşmiş cinayet ve toplu katliamları da eklemek lazım. en son şiddet eylemi, berlin duvarı’nın yıkılmasından birkaç gün sonra, önde gelen altı latin amerikalı aydının (cizvit papazları) vahşice katledilmesi oldu. failleri, john f. kennedy özel savaş okulu’nda eğitimlerini yenilemiş, doğrudan abd’nin uşak devletinin üst komutasından emir almakta olan salvadorlu özel bir müfreze idi ve daha öncesinde de döktükleri kan korkunçtu. 

bu yarıküreye musallat olan illetin sonuçları, tabii ki, hâlâ yankılanmaya devam etmektedir.

adam kaçırmaktan işkenceye ve insan öldürmeye

bütün bunlar ve bunlara benzeyen birçok başka olay, fazla önemli değil diyerek yok sayıldı ve unutuldu. misyonları, rahatlatıcı bir resim göstererek dünyayı idare etmek olanlar, prestijli (ve değerli) royal institute of international affairs in london dergisinin bu sayısında oldukça açık seçik bir şekilde ifade edilmiş. başmakalede “amerikan vizyonu ve ticarete bağlı refahın evrenselleşmesi” ile betimlenen “yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki… ileriyi gören uluslararası düzen” ele alınıyor. bu tarifte kayda değer noktalar var, ancak, namlunun karşısında olanların bakış açılarını naklettiği söylenemez.

aynısı, 11 eylül saldırılarının hemen arkasından başkan george w. bush’un yeniden ilan ettiği ‘teröre karşı savaş’ın, en azından, bir evresine nokta koyan usame bin ladin’in öldürülmesi için de geçerli. bu olay ve bu olayın önemi ile ilgili bazı fikirlere bakalım.

usame bin ladin, 1 mayıs 2011’de, pakistan’a helikopterlerle girmiş olan 79 kişilik navy seal timinin baskın operasyonunda, hemen hemen hiç koruması olmayan evinde öldürüldü. yönetim tarafından dile getirilip daha sonra geri alınan sansasyonel öykülerin ardından, resmi raporlar, operasyonun planlanmış bir suikast olduğunu ve saldırının kendisi de dahil uluslararası hukukun temel normlarının birçok kez ihlal edildiğini giderek netleştirdi.

beyaz saray’a göre komandolara doğru bir ‘hamle yaparken’ meşru müdafaa sonucu öldürüldüğü bildirilen ve silahsız olan karısınınki hariç, herhangi bir direnişle karşılaşmayan 79 komandonun, üzerinde herhangi bir silah bulunmayan maktulü aslında canlı yakalayabilecekleri halde böyle bir girişimde bulunmadıkları anlaşılıyor.

deneyimli ortadoğu muhabiri yochi dreazen ve atlantic’teki meslektaşları, olayların izini etkileyici bir şekilde sürmüşler. wall street journal’ın eski ordu muhabiri dreazen, national journal dergi grubu’nun kıdemli muhabiri olarak askeri ve ulusal güvenlik konularından sorumlu. yaptıkları araştırmaya göre, beyaz saray planlaması bin ladin’i canlı yakalama seçeneğini değerlendirmemiş gibi görünüyor: “görüşmeler hakkında bilgili olan yüksek düzey bir abd yetkilisine göre, yönetim, ordu gizli ortak özel operasyonlar komutanlığı’na ladin’i ölü olarak istediklerini açıkça bildirmiş. saldırı hakkında bilgilendirilen üst düzey bir subay da, seal komandolarının görevlerinin onu canlı yakalamak olmadığını bildiğini söyledi.”

yazarlar şunları da söylüyor: “ladin’i bulmak için yaklaşık on yıl harcayan pentagon ve cia’deki birçok insan için bu militanın öldürülmesi gerekli ve haklı bir intikam alma eylemiydi” ve “bin ladin’i canlı yakalamak, yönetimi sıkıntı verici bir dizi yasal ve siyasi zorlukla karşı karşıya bırakacaktı”. bu durumda, onu öldürmek ve insan öldürme olayları sonrasında şart olduğu halde, otopsi yapmaksızın cesedini denize atmak daha uygundu; ki bu son hareket, tahmin edileceği üzere, islam dünyasında hem öfke hem de şüpheye yol açmıştır.

atlantic’in araştırmasında şunlar da belirtiliyor: “bin ladin’in doğrudan öldürülmesi, obama yönetiminin terör karşıtı politikasının çok fark edilmeyen bir yönünün bu tarihe kadarki en net örneği oldu. bush yönetimi, şüphelenilen binlerce militanı yakalayıp afganistan, irak ve guantanamo körfezi’ndeki kamplara gönderdi. buna karşın, obama yönetimi teröristleri canlı yakalamaya değil, onları tek tek  yok etmeye odaklandı.” bu, bush ile obama arasındaki önemli bir farktır. yazarlar ayrıca, alman televizyonuna abd’nin baskını “açıkça ‘uluslararası hukukun ihlali’ idi” ve “ladin yakalanmalı ve mahkemeye çıkarılmalıydı” diyen almanya eski başbakanı helmut schmidt’in sözlerini ve schmidt’den çok farklı düşünen abd adalet bakanı eric holder’ın sözlerini de aktarmışlar. holder, beyaz saray’ın özel bir komisyonuna, navy seal komandolarına tehlike arz etmediği halde bin ladin’i öldürme kararı “yasal, meşru ve her açıdan ve her yönüyle uygundu” demişti.

cesedin otopsi yapılmadan yok edilmesi müttefikler tarafından da eleştirildi. müdahaleyi destekleyen, ancak büyük oranda pragmatik sebeplerle, infaza karşı çıkan britanyalı saygın dava avukatı geoffrey robertson, her şeye rağmen, obama’nın “adalet yerine geldi” açıklamasını, eskiden anayasa hukuku konusunda hocalık yapmış bir kişinin görebilmesi gereken bir “abeslik” olarak nitelendirdi. pakistan yasaları “şiddet kullanarak insan öldürme vakası üzerinde, müstemleke yasalarına uygun bir soruşturma yapılmasını gerektiriyor; ayrıca uluslararası insan hakları yasaları da, ‘yaşam hakkı’ ilkesine göre, devlet veya kolluk kuvvetlerinin eylemleriyle gerçekleşmesi durumunda şiddet kullanarak öldürme olaylarının araştırılması konusunda zorlayıcı. bu sebeple abd, bu öldürme olayının gerçekleştiği koşulları herkesi tatmin etmek üzere doğru bir şekilde açıklayacak bir soruşturma gerçekleştirmekle yükümlüdür” dedi.

robertson bu noktada faydalı bir hatırlatma yapıyor:

her zaman böyle olmadı. kötülüğe usame bin ladin’den çok daha fazla batmış bir grup insanın (yani, nazi liderlerinin) akıbetinin ne olacağına karar verme sürecinde, britanya hükümeti, onları yakalanmalarının ardından altı saat geçmeden asmak istemişti. başkan truman, abd’nin nürnberg’deki başsavcısının görüşüne atıfta bulunarak buna karşı çıktığını belirtmişti: ‘[yargısız infaz] amerikalıların vicdanına sığmayacak ve çocuklarımız tarafından gururla hatırlanmayacaktır… izlenmesi gereken tek yol, davanın, içinde bulunduğumuz zamanın elverdiği ölçüde olabildiğince serinkanlı bir şekilde görülmesi ve sebeplerimizle gerekçelerimiz kayda geçildikten sonra sanıkların masumiyetini ya da suçluluğunu belirlemek olabilir’.

eric margolis bir yorumunda “washington, 11 eylül saldırılarının arkasında usame bin ladin’in olduğu iddiasına ait kanıtları hiçbir zaman kamuya açıklamadı” demiştir. bu, “anketlere göre üç amerikalıdan biri 11 eylül saldırılarının arkasında abd devleti ve/veya israil’in bulunduğuna inanıyor” şeklindeki saptaması için bir neden olarak gösterilebilir. (müslümanlar arasında bu şüpheci yaklaşım daha yaygındır.)  margolis, washington’un yasalara uyması gerektiği konusunda pratik bir sebep olarak da “abd veya lahey’de yapılacak açık bir dava bu iddiaları gün ışığına çıkarırdı” ifadesini kullanmıştır.

hukuka saygılı olduğunu iddia eden toplumlarda, şüpheliler yakalanır ve adil yargılanmaya tâbi tutulur. burada ‘şüpheliler’ ifadesinin altını çiziyorum. 2002 yılının haziran ayında, fbi şefi robert mueller, washington post’un “saldırıların menşei hakkındaki en ayrıntılı açık yorumlarından biri” olarak nitelendirdiği açıklamasında sadece şunları söyleyebilmiştir: “araştırmayı yürüten görevliler, dünya ticaret merkezi ve pentagon’a 11 eylül’de yapılan saldırıların afganistan’daki el kaide liderlerinin fikri olduğuna, planın bilfiil almanya’da hazırlandığına ve finansmanın birleşik arap emirlikleri kanalıyla afganistan’daki kaynaklardan geldiğine inanıyor.”

fbi’ın, 2002 yılının haziran ayında inandıklarını ve düşündüklerini, sekiz ay öncesinde bilmiyor olduğu görülüyor. o tarihlerde washington, taliban’dan gelen ve kendilerine kanıtlar sunulduğu takdirde bin ladin’in mahkemeye çıkarılmasına izin vereceklerini belirttikleri, kesinleşmeyen (ve ne kadar ciddi olduğunu bilmediğimiz) bir teklifi reddetmişti. yani, bin ladin’in öldürülmesini takiben yapılan beyaz saray açıklamasında başkan obama’nın ifade ettiği “11 eylül saldırılarının el kaide tarafından düzenlendiğini hemen öğrendik” iddiası doğru değildir.

fbi’ın 2002 yılının ortalarında doğru olduğuna inandığı meselelerden şüphelenmek için herhangi bir sebebimiz olmadı; ancak bu durum bizi medeni toplumlarda gerekli görülen suç kanıtına götürmüyor. ayrıca, söz konusu kanıt ne olursa olsun, kolayca yakalanıp mahkemeye getirilebilecek bir şüpheliyi kasten öldürmeyi mazur göstermez. bundan sonra sunulan kanıtlar için de genel olarak aynısı geçerli.  nitekim 11 eylül komisyonu, esasen guantanamo’daki mahkumların itiraflarına dayanarak, bin ladin’in 11 eylül’deki rolüne ait çok sayda ikincil delil sunmuştu. itirafların nasıl elde edildiğini göz önünde bulundurursak, bunların bağımsız bir mahkemede ne kadar dayanacağı şüphelidir. ancak, her durumda, kongre yetkileriyle yapılan bir araştırmanın sonuçları, ne kadar ikna edici bulursak bulalım, bağımsız bir mahkemenin kararından çok uzaktır. zanlı kategorisinin ‘şüpheli’den çıkıp, ‘suçlu olduğu kanıtlanmıştır’a dönüştüğü nokta zaten tam olarak budur.

bin ladin’in ‘itirafından’ da çok söz ediliyor. aslında yaptığı bir itiraf değil 'atıp tutmaktı' ve benim, boston maratonu’nu kazandığımı ‘itiraf etmemden’ daha inandırıcı olmaması gerekir. atıp tutması karakteri hakkında bize birçok ipucu veriyor olsa da, büyük bir başarı olarak gördüğü ve kendisine pay çıkarmak istediği olaydan sorumlu olduğuna dair hiçbir şey söylemiyor.

tekrar söylemek gerekirse, bütün bunlar, net bir şekilde, onun sorumlu olup olmadığı ile ilgili kendi yargılarımızdan tümüyle bağımsızdır ve bunlar, fbi’ın araştırmasından bile önce bariz bir şekilde görünüyordu ve öyle görünmeye hâlâ devam etmektedir.

saldırı suçları

bu noktada, islam dünyasının büyük bir bölümünde bin ladin’in sorumlu olarak kabul edildiğini ve kınandığını eklemek önemlidir. lübnan’ın dışındakiler de dahil olmak üzere, genel olarak hizbullah ve şii gruplarının saydığı lübnanlı din adamı hüseyin fadlallah, bunun için önemli bir örnektir. fadlallah da suikasta hedef olmuştu. 1985 yılında, cia’in düzenlediği bir operasyonda bir caminin önüne yerleştirilmiş bombalı bir araçla öldürülmeye çalışılmıştı. saldırıdan kurtulmuş, fakat o sırada camiden çıkmakta olan çoğu kadın ve çocuk 80 kişi ölmüştü. bu olay, ‘yanlış müdahale’ safsatası nedeniyle terör olayları günlüğüne kaydedilmeyen sayısız suç olayından biridir. şeyh fadlallah, 11 eylül saldırılarını sert bir şekilde kınamıştı.

cihat hareketi konusunda önde gelen uzmanlardan fawaz gerges, abd’nin, istihbarat kurumlarının beklentisi doğrultusunda terörde sert bir tırmanışa neden olan irak işgali ile ladin’e büyük bir iyilik yaptığını ve başta bu saldırı olmak üzere, hareketi mobilize etmek yerine o sırada ortaya çıkan fırsattan yararlanmış olsaydı hareketin bölünmüş olabileceğini ileri sürdü. örneğin, britanya’nın ulusal istihbarat örgütü mi5’in eski başkanı, irak işgalinin perde arkasını araştıran chilcot soruşturmasında verdiği ifadede hem britanya hem de abd istihbaratının saddam’ın ciddi bir tehlike teşkil etmediğini, işgalin terörü arttırma olasılığının yüksek olduğunu ve irak ile afganistan işgallerinin, askeri eylemleri ‘islam’a saldırı’ olarak nitelendiren müslüman nesillerin radikalleşmesine yol açmış olduğunu bildiklerini belirtti. genellikle olduğu gibi, güvenlik, devletin eyleminde yüksek bir önceliğe sahip değildi.

iraklı komandolar george w. bush’un evine saldırıp, onu öldürdükten sonra cesedini büyük okyanus’a (tabii ki, defin kurallarına uyarak) atsaydı nasıl tepki verirdik diye bir soru sormak aydınlatıcı olabilir. bush, tartışmasız bir şekilde, bir ‘şüpheli’ değil, irak’ın işgal edilmesi emrini veren ‘karar vericidir’. diğer bir deyişle, nazi suçlularının asılmasına neden olan “diğer savaş suçlarından, içinde herkese yönelik kümelenmiş bir kötücüllük bulundurduğu için ayrılan en ağır uluslararası suçun” işlenmesine karar vermiştir: yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci, ülkenin ve milli mirasının büyük bir oranda harap edilmesi ve artık bölgenin kalanına da yayılmış olan, ölüm saçan mezhep çatışmaları. işlenmiş olan bu suçların, bin ladin’e atfedilen suçların hepsini büyük oranda aştığı da aynı şekilde tartışılmazdır.

bütün bunların tartışmasız olduğunu söylemek, bunlara itiraz edilmiyor anlamına gelmez. dünyanın düz olduğunu söyleyenlerin var olması dünyanın, tartışmasız bir şekilde düz olmadığı gerçeğini değiştirmez. aynı şekilde, onlara sadık olanlar karşı çıksa da, stalin ve hitler’in korkunç suçlardan sorumlu oldukları da tartışmasızdır. bütün bunların, hakkında yorum yapılmayı gerektirmeyecek kadar aleni olması gerekir ve eğer biz şu anda rasyonel düşünceyi engelleyen bir isteri ortamında olmasak öyle de olurdu.

aynı şekilde, bush ve arkadaşlarının “en ağır uluslararası suçu”, saldırı suçunu işlemiş oldukları da tartışılmaz. bu suç, abd’nin nürnberg mahkemelerindeki başsavcısı, robert jackson tarafından son derece net bir şekilde tanımlanmıştı. jackson mahkemeye yaptığı açılış konuşmasında “saldırgan” için, “silahlı güçlerinin, savaş ilan ederek veya etmeyerek bir başka devletin topraklarını işgal etmesi” fiilini ilk olarak gerçekleştiren devlettir şeklinde bir tanım öne sürmüştü. hiç kimse ve hatta saldırının en koyu destekçileri dahi, bush ve arkadaşlarının yaptıklarının bu olmadığını iddia edemez. 

jackson’un nürnberg’de evrensellik ilkesi üzerine sarf ettiği güzel ve anlamlı sözleri hatırlamakta fayda var: “eğer anlaşmaları ihlal eden bazı fiiller suç teşkil ediyorsa, bunları ister abd ister almanya yapsın suçtur ve suç sayılacak davranışlar karşısında, kendimize uygulanmasını istemeyeceğimiz bir yasayı başkaları için koymaya razı olamayız.”

ayrıca, beyan edilen niyetlerin, gerçekten inanılıyor olsa bile, alakasız oldukları da oldukça açıktır.  yerel kayıtlar, japonya faşistlerinin çin’i yakıp yıkarken aslında ülkeyi bir “yeryüzü cennetine” çevirmek için çalıştıklarına inandıklarını gösteriyor. aynı zamanda, her ne kadar hayal etmesi güç olsa dahi, bush ve etrafındakilerin dünyayı saddam’ın nükleer silahlarından ve yok olmaktan koruduklarına inanıyor oldukları düşünülebilir. belirli bir tarafa sadık insanlar kendilerini ne kadar ikna etmeye çalışırsa çalışsın bunların tümü alakasızdır.

karşımızda sadece iki seçenek var: ya bush ve arkadaşları “en ağır uluslararası suçtan” ve onu takip eden bütün kötülüklerden suçludur ya da nürnberg mahkemeleri bir kaba güldürüydü ve müttefikler adli bir cinayetin suçlularıdır.

11 eylül ve imparatorluk zihniyeti

bin ladin’in öldürülmesinden birkaç gün önce, orlando bosch, suç ortağı luis posada carriles ve uluslararası terörizm alanında çalışmış çok sayıda iş arkadaşının da ikamet ettiği florida’da, huzur içinde öldü. bosch, fbi tarafından onlarca terör suçuyla itham edildikten sonra, adalet bakanlığı’nın “abd’nin bosch için güvenli bir sığınma yeri sağlamasının, kamu açısından kaçınılmaz sakıncaları olacaktır” diyerek itiraz etmesine rağmen, i. bush tarafından affedilmişti. bu ölümlerin yakın zamanlarda cereyan etmesi insanın aklına hemen ii. bush’un doktrinini getiriyor. harvard üniversitesi’nde eğitim veren tanınmış uluslararası ilişkiler uzmanı graham allison bu doktrinin “halihazırda uluslararası ilişkilerde de facto  (fiili) bir kural” haline geldiğini ve “teröristlere sığınak sağlayan devletlerin egemenliğini” geçersiz kıldığını söylüyor.

allison, ii. bush’un taliban’a yönelik “teröristlere yataklık edenler de teröristler kadar suçludur” beyanına de işaret ediyor. bu nedenle, bu tür devletler, egemenliklerini kaybeder ve bombalanmaya ve teröre uygun hale gelir. örneğin bosch ve meslektaşlarına yataklık eden devlet gibi… bush, “uluslararası ilişkilerdeki bu de facto kuralı” ilk olarak dile getirirken, abd’nin işgal ve imha edilmesine ve suç işlemiş vatandaşlarının öldürülmesine çağrı yaptığını hiç kimse fark etmemiş gibi görünüyor.

 

aslında başsavcı jackson’un evrensellik ilkesini reddedip (devletin, aslında sık sık belirttiği gibi), abd’nin uluslararası hukuk ve anlaşmalar karşısında kendi kendine ilan ettiği dokunulmazlık ilkesini kabul edersek, bunların hiçbiri sorun teşkil etmeyecektir.

bu arada, bin ladin operasyonuna verilen (geronimo operasyonu) isim hakkında da biraz düşünülmeye değer. imparatorluk zihniyeti o kadar derin ve yoğun ki, beyaz saray’ın bin ladin’e ‘geronimo’ ismini vermekle onu yücelttiğini çok az insan fark edebiliyor. geronimo, aslında, apaçi topraklarını işgal edenlere karşı yürütülen cesur bir direnişe liderlik etmiş apaçi yerlilerinin şefinin adıdır. 

isim seçiminde yapılan dikkatsizlik, insan öldürme silahlarımıza kendi cürümlerimizin kurbanlarının isimlerini vermekte ne kadar rahat olduğumuzu düşündürüyor; apaçi veya karaşahin gibi… alman hava kuvvetleri (luftwaffe), savaş uçaklarına ‘yahudi’ veya ‘çingene’ gibi isimler koysa, vereceğimiz tepkiler muhtemelen daha farklı olurdu.

yenilgiye uğrayıp gerçeklerle yüzleşmeye zorlanmadıkları sürece, güçlü devletlerin kendi işledikleri suçları kolayca hasır ettiklerini neredeyse her yerde görüyor olmasak, bahsi geçen örnekleri ‘amerikan istisnası’ kategorisinde düşünmek mümkün olabilirdi.

yönetim, belki, bin ladin’in öldürülmesini robertson’un vardığı sonuçta ifade ettiği gibi “intikam alma eylemi” olarak algıladı ve, yine robertson’un iddia ettiği gibi, yasal seçenek olan yargılamanın reddedilmesi de belki 1945’in ve günümüzün ahlaki kültürlerinin farklılığını yansıtıyor. sebep ne olursa olsun, güvenlik değildi. irak’ta işlenen “en ağır uluslararası suç” gibi, bin ladin’in öldürülmesi de, kabul edilen doktrinlerin tersine, güvenliğin, genellikle devlet eylemleri için yüksek bir öncelik olmadığına dair önemli gerçeği bir kez daha gösteriyor.

noam chomsky mit dilbilimi ve felsefe departmanı emeritus profesörü. birçok çok satan siyasi kitap yazarı. bunlar arasında 11 eylül: başka bir yol var mıydı? (9-11: was there an alternative, seven stories yayınları) mevcut. bu eserin güncelleştirilmiş bir nüshası, yeni ve geniş bir makaleyle birlikte 11 eylül saldırılarının 10. yılı olması dolayısıyla bu hafta yayına çıkacak.

bu makalenin ilk nüshası tomdispach.com tarafından yayınlandı.

bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Noam Chomsky

mit dilbilimi ve felsefe departmanı emeritus profesörü ve birçok çok satan siyasi kitabın yazarıdır. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;