Görüş

Türkiye Arap demokrasisi için en iyi model mi?

Türkiye, kayda değer gelişime rağmen, basın özgürlüğü ve Kürt meselelerini çözmeli.

Erdoğan'ın Mısır ziyaretinde kalabalıklar.
Arap Baharı’nın başlangıcından beri Türkiye Ortadoğu’da liderlik rolü üstlenmeye çabalıyor. [Reuters]

arap dünyasına yaptığı ziyaret henüz bitmişken, türkiye başbakanı recep tayyip erdoğan’ın kahramanlar gibi karşılanması, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, tekrar, türkiye'yi bölgede “değişim için en iyi model” olarak gösteriyor.

türkiye’nin bölgedeki itibarını destekleyen sadece erdoğan ya da ülkenin giderek daha da cesur hareket eden liderliği değil, aynı zamanda arap dünyasındaki (ve tabii ki bütün dünyadaki) siyasi yorumcular ve devrimler sonrası gerçek demokratik toplumlar oluşturmak isteyen milyonlarca arap.

şüphesiz 2011 yılının türkiyesi birçok alanda kayda değer bir başarı hikayesi; özellikle de sadece bir kuşak öncesinde ülkedeki siyasi, ekonomik ve kültürel durum göz önünde bulundurulduğunda.

ancak ülke gerçekten de on yıllardır süren diktatörlüklerden kurtulup demokratik bir siyasi sistem kurmaya çalışan, siyasi ve ekonomik olarak kenara itilmiş arap demokrasi devrimcilerinin bakması gereken bir model mi? gelin kayıtlara bakalım.

demokrasi – gözle görünenden daha az

ilk bakışta türkiye, demokrasi ve çoğulculuk için bir model haline gelmiş durumda ve ortaya çıkmakta olan siyasi sistemlerine katılmak isteyen islami yönelimli partilere ışık tutmakta. kültürel olarak ise görünürde ülke aynı derecede ilham verici bir model: istanbul dünyanın en hareketli ve açık şehirlerinden bir tanesi; ve ülkenin uzun akdeniz şeridi (iyi ki de) büyük ölçüde keşfedilmemiş bir biçimde, yerel ve kozmopolit kültürlerin bir karışımına ev sahipliği yapıyor.

türkiye son on yılda büyük ölçüde hür ve serbest birkaç seçime ve bir referanduma tanık oldu. bu seçimler sonucu adalet ve kalkınma partisi (akp) iktidara geldi ve halen iktidarda. iktidarı döneminde, güçlü ordunun karşı çıkmasına rağmen anayasada önemli değişiklikler yaptı. aynı derecede önemde, akp’nin, rakiplerinin eleştirileri çiğnemeye çalışmadığını, geçen seneki anayasa referandumu tartışmaları sırasında istanbul ve diğer şehirlerin, erdoğan’ı hitler’e benzeten posterlerle bezenmesini örnek olarak gösterebiliriz.

ne var ki, türkiye’nin siyasi demokrasi geçmişine derinlemesine bir bakış, klasik bir seçim odaklanmasının dışındaki bir inceleme, ülkenin tam olarak “özgür” addedilmek için daha gitmesi gereken çok yolu olduğunu ortaya çıkarıyor.

the economist intelligence unit’in raporuna göre türkiye 167 ülke arasında demokrasi sıralamasında 89. sırada. bu, ülkeyi doğu avrupa’daki eski sovyet bloğu ülkelerinden ya da mali ve gana gibi afrika’nın başarı hikayelerinden daha alt bir sıraya, filistin ve venezuela’dan sadece birkaç basamak yukarıya yerleştiriyor. freedom house’un son raporuna göre ise türkiye siyasi haklar ve sivil özgürlükler puanlamasında yedi üzerinden sadece üç alabiliyor ve bu da ülkeyi “kısmen özgür” statüsüne sokuyor.

siyasi katılımda cinsiyet eşitsizliği çok ciddi bir sorun olmaya devam etmekte ve dünya ekonomik forumu’nun küresel cinsiyet ayrımı endeksi’ne göre türkiye 134 ülke arasında 126. sırada. arap dünyasındaki kadınların güçlenme sorunları göz önünde bulundurulduğunda, türkiye modelini kopyalıyor olmak ciddi derecede kaygı uyandırıcı.

aynı derecede önemde, yolsuzluk türk siyasi sistemini ve ekonomisini boğmaya devam ediyor. siyasi partilerin maruz kaldığı, sivil idarenin asker üzerinde kuramadığı ve basın özgürlüğünün önündeki kısıtlamalar, işleyen bir demokrasinin olduğu yönündeki iddialarla ters düşüyor.

medya ve basın özgürlükleri halen sınırlı

the economist intelligence unit’in yaptığı sıralama türkiye’de özellikle son yıllarda gerileyen basın özgürlüğüne odaklanmış durumda. bu kalem siyasi özgürlük ortamını ölçmek için önemli bir gösterge.

avrupa’nın insan hakları ve güvenlik baş mercii avrupa güvenlik ve işbirliği teşkilatı (osce), geçen sene türkiye’den erişimi engellenen 5.000’den fazla internet sitesiyle ilgili kaygılı. türkiye’nin sözde internet yasası’yla ilgili olarak “epeyce reforma ihtiyaç var” diye bildiren kurum, “ifade özgürlüğünü bir hayli sınırlayıp, vatandaşların bilgiye ulaşım hakkını ciddi şekilde kısıtlıyor” diyor.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı:

"internet yasası ifade özgürlüğünü bir hayli sınırlayıp, vatandaşların bilgiye ulaşım hakkını ciddi şekilde kısıtlıyor ve epeyce reforma ihtiyaç var."

muhalefet partileri akp’nin internet özgürlüklerini daha da fazla kısıtlama niyetine yüksek sesle karşı çıkıyor. dünya ekonomik forumu’nun yıllık endeksinin de gösterdiği üzere, türkiye’nin internet özgürlüğü sıralaması 2003 yılında 50. sıradan, 2010 yılında 89. sıraya gerilemiş durumda. sınır tanımayan gazeteciler türkiye’yi, rusya ve venezuela gibi demokrasi ile ilgili alanlarda pek de şaşaalı bir geçmişi olmayan ülkelerle birlikte “gözetim altında” olan ülkelerden biri olarak gösteriyor.

ne var ki internet sansürü hikayenin sadece bir kısmı. gazetecilere ve diğer haber kaynaklarına, cumhuriyetin temel prensiplerini “aşağıladıkları” gerekçesiyle dava açılabiliyor. haberciler görevlerini yaptıkları ve fikirlerini beyan ettikleri için tutuklama, yargılama ve hapis cezası ile karşılaşabiliyor. son yirmi yıldaki net gelişmelere rağmen türkiye, fikirlerini yazdıkları için şu anda hapiste olan kırktan fazla gazeteci ile “halen tehlikeli bir yer” olarak anılabilir.

kürt sorunu, türkiye’nin filistin meselesi

kürtler ortadoğu’da baskılara en çok maruz kalmış azınlıklardan bir tanesi. çektikleri güçlükler birçok yönden filistinlilerinkine benzetilebilir. bu durumda başbakan erdoğan’ın israil’i, filistinlilere kötü muamelesi ve ülkeyi işgali nedeniyle kınaması oldukça ikiyüzlü bir davranış; özellikle de türk hükümetinin kürtlerin temel haklarını reddetmesinden, irak’ta sınır ötesi operasyon düzenlemesinden ve belki de en önemlisi kürtleri bir çeşit kendilerini yönetme hakkından ya da iyi tesis edilmiş otonomiden mahrum bırakması sebebiyle.

tarihsel olarak osmanlı sonrası türkiye cumhuriyeti’nin doğuşu, 1920 sèvres anlaşması ile kürtlerin kendilerini yönetmeleri amacıyla bırakılmış toprakların, yeni devlet ordusu tarafından fethine tanık oldu. bu hareket britanyalıların ve fransızların, kürdistan’dan geriye kalanın, kendi yönetimlerindeki irak ve suriye’ye dahil etmeleriyle benzer nitelikte.

2009 yılında erdoğan hükümetinin kürt azınlığa daha fazla özgürlük vaatleri hoş karşılandı, ancak bir türlü yürürlüğe konamadı. insan hakları izleme örgütü’nün (human rights watch) tanımlamasına göre: “adalet ve kalkınma partisi hükümetinin türkiye’deki demokratikleşme sürecini cesaretlendirme amacıyla ortaya attığı bu konuşmalar ve kürt sorununu böylece çözme çalışmalarının ardından, savcılar bu gelişmenin tam karşısında duran bir tavırla, yasal kürt örgütlerine karşı yeni tehditkar adımlar atmaya başladılar.”

dile getirilenlerle gerçekliklerin arasındaki boşluk, ermeni soykırımındaki türk anlatısını incelemek isteyen bilim insanlarının hükümet tarafından engelleniyor olmasında da bariz bir biçimde gözükmekte. türkiye’nin tanımamakta direttiği temek gerçeklikler, israillilerin nakba’daki (felaket günü) temel gerçekleri halen reddediyor olması ile benzer nitelikte.

insan hakları halen büyük bir endişe

kürt meselesi türkiye’nin sürekli sorunlu insan hakları sicilinde merkezde duruyor. kürtler geçmişte, türkiye’nin güneydoğusundaki gösterilerin civarında bulundukları için bile tutuklandı ya da mahkum oldu. daha geniş anlamda, geçen sene anayasadaki değişikliklere rağmen, fikirlerin suç olarak kabul edilebildiği birçok kanuni hüküm insan haklarının korunması önünde ciddi bir engel teşkil ediyor ve temel özgürlükleri kısıtlıyor.

insan hakları izleme örgütü, “gazeteciler, yazarlar, yayıncılar, akademisyenler, insan hakları savunucuları ve kürt siyasi partilerin yetkilileri ve iştiraklerinin” özellikle ordunun davranışlarıyla ilgili alanlarda araştırmacı gazetecilik yapmak gibi çeşitli nedenlerle kovuşturmaya alındığını ekliyor. gazeteler ve internet siteleri geçici kapatmalara ya da büyük cezalara maruz kalıyor. bu tip uygulamalar haberlerinin ya da görüşlerinin cezalandırıldığı şeklinde bir algı oluşturuyor.

sendika aktivistleri kürtçe eğitimi destekledikleri için pkk üyeliği ile suçlandılar ve ülkenin insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının (stk) yöneticileri (özellikle kürtler için) genişletilmiş hakları desteklemelerinden dolayı yargılandı.

mahkumlara karşı işkence ve diğer istismar yöntemleri uygulanmaya devam ederken, suçu işleyen güvenlik görevlilerinin cezasız kalması kültürü azalmadan aynen devam etmekte. bazı uygulamalar sıradan türklere ya da sosyal aktivistlere bir zamanlar olduğu kadar dokunmuyor, ancak ülkenin demokratik gelişimi önünde hâlâ çok önemli bir engel teşkil ediyor.


kürt meselesi türkiye'nin sürekli sorunlu insan hakları sicilinde
merkezde duruyor. [petit1ze, flickr]

katılması güç bir ekonomik mucize

türkiye’nin yükselip bölgesel bir güç odağı haline gelmesinin ve bir model olarak addedilmesinin kalbinde, ülkenin son on beş yıldır gelişmekte olan ekonomisi yatıyor. bugün türkiye, gelişmekte olan ülkelerin gelişme derecesi ve ekonomik büyüme verilerinde brezilya ile en tepede oturuyor.

1990’larda yüzde ikilik büyüme oranı 2000’lerin ortasından itibaren yüzde sekizin üzerine çıktı. aynı şekilde üretim sektöründeki iş verimliliği de yükseldi. ülkenin büyümekte olan dış ticareti, tıpkı düşük bütçe açığı (hatta bütçe fazlası) ile mısır ve diğer arap ülkeleri için imrenilecek bir şekilde karşılanıyor.

ne kadar baştan çıkartıcı olsa da, türk “mucizesi”nin arap dünyasında benzerinin görülmesinin zor olacağına dair bazı nedenler var.

ilk olarak, şu andaki dinamik büyük ölçüde, 2000’lerin başında patlak veren bankacılık krizi ve sonrasında finans sektörünün stabilize edilmesi için dayatılan reform planlarının sayesinde oluştu. bu sayede avrupa ve abd’deki bankalar bocalarken, türkiye yaklaşan krizi önceden görebilmiş oldu.

ikinci olarak ekonomi, dışarıdan neoliberal yöntemlerle serbestleştirilmektense, içeriden birçok yöntemle liberal hale getirildi. akp’nin iktidara gelişi ve ülkenin hızlı büyümesi müsiad tarafından simgelenen “müslüman” yahut müstakil sanayici ve işadamları derneği’nin girişimcilerin yükselişi ile ilintili. bu yeni sınıf yolsuzluk, adam kayırma ve ileri görüşten yoksun ekonomik liderlikle ve devlet-egemen ekonomiyle uzun zamandır yakından bağlı olan tüsiad’ın (türk sanayici ve iş adamları derneği) yerini sarstı.

eski başbakan turgut özal’ın 1980’lerdeki iktidarıyla birlikte, yabancılar tarafından dayatılan yapısal düzenlemelerin bir sonucu olarak, türkiye en az şu andaki kadar dışarıya açıldı. bu değişiklikler, bir zamanlar gururlanan, ama uzun süredir zarar gören girişimci sınıfın ekonomiyi, asker tarafından büyük ölçüde hüküm altına alınmış devletin elinden kurtarmayı hedefliyordu.

buna karşılık, gelişmekte olan ülkelerde dışarıdan dayatılan yapısal düzenlemelerin yerel ekonominin kökleriyle hiçbir bağlantısı bulunmamakta; dolayısıyla da ülke nüfusunun sadece küçük bir kısmı fayda görmektedir.

türkiye’nin kendi ihtiyaçlarına göre ve ulusal kontrol dahilinde büyümesinin yolunu çizmesine olanak sağlamış ekonomik plan, (büyük petrol rezervlerine sahip libya hariç) devrim sonrası arap ülkelerinin kolay kolay adapte edebilecekleri bir yöntem değil. küresel finansal sistem içindeki zayıf konumları, bu “sistem” içindeki “halkın” “istediği düşüş”ün yaşandığı devrim yılında pek söylenmemiş, ama anahtar niteliğinde bir ayrıntı.

buna ek olarak, türk “mucizesi” tarihsel ve coğrafi bakımdan şans olmadan gerçekleşemezdi: dağılan sovyetler birliği’nin ardından türkiye’nin açılımı, ülke ile tarihsel, kültürel ve dil bağları bir grup orta asya devletinin ortaya çıkışıyla hızlandı. bu devletlerin birçoğunun büyük petrol rezervleri üzerinde oturuyor olması da aynı derecede önemli. türkiye’nin hemen yanı başında, yüzyıllardır devam eden ekonomik ve kültürel bağları olan bu denli büyük potansiyele sahip bir pazarın bir anda orta çıkması, ne kuzey afrika’daki, ne afrika boynuzu’ndaki, ne de levant’taki arap ülkelerinin boy ölçüşebileceği bir durum.

afrika ve levant ekonomileri gelişme için büyük potansiyele sahip olmalarına rağmen, şu anda mısır, tunus ve suriye, orta asya’daki devletlerin türkiye’ye sağlamış olduğu pazarı sağlamıyor. bundan dolayı, arap dünyasının ekonomik gelişimi, zayıflamış bir avrupa ile daha çok ticaret ve çevredeki ülkelerle küçük ölçekte çok sayıda ekonomik ilişki kurmasına bağlı. gene de bu durum bile türkiye’nin orta asya komşularıyla ilk zamanlarda elde ettiği sıçramayı sağlayacak kadar itici güce sahip değil.

bu, aynı zamanda, ülkedeki elitlerin muhtemelen desteklemeyeceği, bir dereceye kadar bağımsız hareket eden küçük üreticiler, imalatçılar ve tüccarların, faaliyetleri kontrol edemeyeceklerinden dolayı, zamanla oluşacak ilişkilerin, üretilecek refahı haksız bir şekilde yok edeceği anlamına geliyor.

din ve demokrasi umudu

türkiye’nin siyasi ve ekonomik yükselişindeki belki de en önemli taraf, dinin, ülkenin siyasi ve kültürel sisteminde oynadığı olumlu rol oldu. devrimden çıkmış bölge ülkelerinde, dinin yeni anayasalar üzerindeki potansiyel rolü etrafında dönen hararetli tartışmaları göz önünde bulunduracak olursak, resmi olarak laik bir ülkede (çok da uzak olmayan bir geçmişte demokrasiye tehdit olarak gözüken) islamcı bir partinin liderliği çok önemli bir gelişme.

erdoğan’ın geçen haftalardaki arap ligi zirvesinde toplanmış liderlere (üç mevsimdir devrim yaşayan ülkelerden bir tanesi bile henüz düzgün işleyen bir demokrasi tesis edememiş durumda), mısır’ın “laik bir devlet” olması gerektiği yönünde yaptığı çağrı, (müslüman kardeşler gibi yerel hareketleri kızdırma pahasına) bölgede şeriat ile idare edilen yönetimler kurmaya çalışan islamcı partilere güçlü bir mesaj gönderdi.

ancak yine de türk modeli, göze ilk başta göründüğü kadar taklit edilebilir değil.

erdoğan (her ne demekse) bir islamcı, partisi de muhafazakar ve batı karşıtı milli görüş hareketi’nden bu yana çok uzun bir yol gelmiş olabilir. ancak kendisi, türkiye cumhuriyeti’nin altı temel prensibinin hâlâ geçerli olduğu bir siyasi kültürün içinde faaliyet gösteriyor ve bunlar arasında devletin laik yapısı en çok öneme sahip olanı.

atatürk, osmanlı sonrası ilk anayasada islam’ı devletin resmi dini olarak tanımlayan kısmı kaldırdı ve 1937 yılından beri laiklik maddesi anayasada geçiyor. ikinci madde türkiye’yi “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlıyor.

buna ek olarak, kendisini bu şekilde tanımlamasına karşın, türkiye herkesin anladığı türden bir laik devlet değildir. laik bir devletin, dine karşı “aktif bir tarafsızlık” durumu sergilemesi gerekirken (yeni kurulmakta olan arap yönetimlerinde savunmaya cesaret etmenin hayal bile edilemeyeceği bir durum), esasında devlet, diyanet işleri başkanlığı aracılığı ile dini aktif olarak kontrol etti ve böylece yeni sistem içerisinde resmi dini hiyerarşinin işbirliğini sağlamış oldu.

işte bu yüzden türkiye’nin, geçiş sürecinde olan arap ülkelerine muhtemel modelliğini, seksen yıldan fazladır devlet tarafından kontrol edilen bir din, “sufi cumhuriyetçi” benzeri bir islam’ın kamu ve iktisadi alanda canlanmaya başladığı bir ortam ve zayıflamış bir ordunun hâlâ ülkenin laik düzenini koruma konusunda güçlü olduğu bir dinamik bağlamında değerlendirmek gerekiyor.


geçtiğimiz yıllardaki cumhuriyet mitingleri dinin siyasetteki yeri konusundaki endişeleri dile getirdi. [hasanoglanli, flickr] 

suriye ve tunus dışındaki arap devletlerinin laik bir geçmişi yok ve bu iki ülkede de laiklik nihai olarak ekonomik, etnik ve mezhep çatışmaları üzerine kuruluydu. bu da laikliğin yeşerteceği demokratik ve çoğulcu bir kültürün oluşumuna nihai olarak engel koydu.

bundan dolayı, mısır’daki müslüman kardeşler ve tunus’taki ennahda gibi “ölçülü” islami hareketlerin artan gücü, akp’nin türkiye’deki yükselişinden çok daha farklı sosyal ve siyasi bir bağlamda gerçekleşmektedir. bu ülkelerde iyi örgütlenmiş ve finanse edilmiş islami eğilimleri, türkiye’deki gibi dengeleyecek kurumsal bir laik altyapı mevcut değil. devrim sonrasında, o ana değin devrimlerde kayda değer bir rol oynamayan müslüman kardeşler ve ennahda’nın çabuk yükselişi, laik güçlerin yaklaşan geçiş döneminde karşılaşacakları mücadeleye işaret ediyor.

müslüman kardeşler ve mısır ordusu arasında giderek artan yakın ilişkiler, bazı üyelerin hareketten ayrılmasına neden oldu. tunus’ta, genel merkezi “el ele” çalışan tunusluların “özgürlük, adalet ve kalkınma”yı desteklediği posterlerle bezenmiş ennahda, sayıları giderek artan siyasi güçler arasında açık ara en iyi örgütlenen ve finanse edileni. liderleri ve aktivistleri partinin gerçek niyetleriyle ilgili kaygıları gidermek için her ne kadar çaba sarf ediyor olsalar da, tanıdığım çoğu aktivist, hareketle ilişkili olmayan dindar olanlar bile partinin yuvarlak konuşmasından tedirgin.

Mark LeVine'in diğer görüş yazıları

din, siyaset ve geniş anlamda toplum arasında yeni bir uzlaşı yaratmanın ne kadar zor olacağına dair bir bağlam sağlamak için şu örneğe göz atabiliriz: geçtiğimiz haftalarda, uzunca zamandır aktivist olan önemli bir tunus anayasa hukukçusu tunus kurucu meclisi’ne adaylığını koyduktan sonra, bir saat boyunca bana islam’ı kontrol etmenin tek yolunun tunus’u resmi olarak müslüman bir ülke ilan etmekten geçtiğini anlattı. buna ek olarak dünyanın en demokratik devletleri olan iskandinav ülkelerinin resmi olarak hristiyan olduklarını söyledi ve türkiye’deki diyanet modelinin tunus için uygunluğundan bahsetti. bu sırada diğer bir uluslararası hukukçu ve insan hakları savunucusu bu fikri, uygulamanın imkansız olduğunu belirterek savuşturdu.

neden? çünkü arap dünyasında bir devleti resmen müslüman ilan etmek, çağdaş demokrasinin evrensel normlarıyla çelişen şeriatın, anayasanın şekillenmesinde büyük bir rol oynamasına davet çıkarmak anlamına gelmektedir.

başbakan erdoğan, hakkını vermek lazım ki bunun oldukça farkında. işte bu yüzden mısır için en iyi çözümün laik bir devletten geçtiğini bu kadar cesur bir biçimde ifade etti.

yüksekleri hedeflemek en iyi umut

türkiye’ye eleştirel bir bakış, ülkenin geçtiğimiz on yılda bütün vatandaşlarının haklarını eşit derecede koruyan ve refahları için minimum gereksinimleri sağlayan, iyi işleyen bir demokrasiye doğru yapılmış önemli gelişmeleri göz ardı etmek anlamına gelmiyor. (vatandaşlara minimum refah sağlanmayan iyi işleyen bir demokrasinin pek de önemli olmadığını abd vatandaşları son dönemde tekrar öğrendi.) bunun yerine ortadaki sorunların demokrasi yolu üzerinde arızi engeller olmadığına işaret etmeyi hedefliyor.

bu sorunların yapısal temelleri var ve doğrudan ele alınmazlarsa türklerin tamamen işleyen bir demokrasi geliştirmelerine engel olacak. bunu yapmak ise, ülkenin siyasi ve ekonomik sistemine derinden yerleşmiş çıkar ve ideolojilerle mücadele etmek anlamına geliyor. eğer kemikleşmiş durum yavaş yavaş zayıflıyorsa, bu jeostratejik ve ekonomik dinamiklerin de yardımıyla bir kuşaktır devam etmekte olan bir sürecin sonucudur. aynısının arap dünyasında tekrarı ise oldukça güç.

bu gerçekliği göz önünde bulundurursak, arap dünyası türkiye’den ötesini göremezse, kendisini türkiye’nin başardıklarının yakınına bile ulaşamamış bir noktada bulabilir. zira bölge türkiye’ye göre siyasi gelişmişlik bakımından çok daha düşük bir konumdan, içeride ve bölgede mücadele etmesi gereken sorunlarla daha dezavantajlı bir noktadan başlamakta ve (türkiye cumhuriyeti’nin vatandaşlarının hayat standartlarını yükselttiği zamanlara kıyasla) geç olmadan kendi vatandaşlarının hayat standartlarını yükseltmek için çok daha az zamanı var. buna ilaveten, istikrar ve kalkınma adına bölgede otoriter rejimlerin kurulmasına yol verecek pasif devrimler şekillenmeye başladı bile.

arap devrimleri uyanışında geriye kalanlara gelince, bölgedeki yirmi iki ülkenin de teker teker, kendi özel koşullarına uygun birer model bulmaya ihtiyacı var. türkiye birçok alanda ilham verici bir örnek, ancak bölgedeki despotları devirmek için hayatlarını riske atan milyonlarca insan adına, yeni liderlerin daha yükseği hedeflemesi gerekiyor.

mark levine, uc irvine’de (kaliforniya irvine ünivesitesi) tarih bölümü'nde öğretim üyesi ve isveç’teki lund üniversitesi’nin ortadoğu çalışmaları merkezi’nde misafir araştırmacı. en son kitapları random house’dan çıkan “heavy metal islam!” (heavy metal islamiyet) ve zed books’un yayınladığı “impossible peace: israel/palestine since 1989” (imkansız barış: 1989’dan sonra israil/filistin).

twitter’dan takip edin: @culturejamming

bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Mark LeVine

mark levine, uc irvine (kaliforniya irvine ünivesitesi) tarih bölümü öğretim üyesi ve isveç’teki lund üniversitesi orta doğu çalışmaları merkezi misafir araştırmacısı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;