Görüş
İsrail-Filistin barış görüşmeleri çökmeli
Süreçte Filistin tarafının izleyebileceği en iyi yol, tabandan gelen bir hareket vasıtasıyla baskı oluşturarak, halk direnişini küresel dayanışma ile birleştirmektir.
israil hükümeti ile filistin yönetimi arasındaki doğrudan görüşmelerin ağustos 2013'te yeniden canlandırılması, esas olarak bir amerika birleşik devletleri hükümeti girişimiydi. görüşmelere hayat veren isim ise taraflara her ne kadar beyhude gibi görünse de konuşmaya devam etmeleri için bıkmadan baskı yapan amerikan dışişleri bakanı john kerry oldu. kerry, çatışmanın iki devletli bir çözüm çerçevesinde sona erdirilmesi için son şans olarak nitelendirdiği bu müzakerelerin, filistin yönetimi ve israil için 'ya hep ya hiç' türünden bir karar anı olduğunu belirtti.
tarafların bir araya gelerek müzakerede bulunmasını öngören anlaşmanın vadesi 29 nisan 2014'te dolacağından, kerry son günlerde arka arkaya yaptığı bir dizi toplantı ile çaresizlik içinde tarafları süreci devam ettirmeleri yönünde ikna etmek için var gücüyle bastırıyor. şayet görüşmeler sürerse, bu gelişme, böylesi bir diplomatik süreç ile adil ve sürdürülebilir bir barış üretilebileceğine dair gerçekçi bir ihtimal oluşturuluyormuş gibi anlaşılmamalı.
şu noktada taraflardan hiçbiri, bu müzakere eziyetini uzatmaktan yana görünmüyor; keza müzakerelerin yarattığı beklentiler, her türlü çözüm iddiasının vahim bir yönetim krizine yol açacağını bilen karşıt aktivistleri endişelendiriyor. israil tarafının daha önceden anlaşmaya varıldığı üzere uzun süredir tutuklu bulunan dördüncü grup filistinli tutsağı 29 mart'ta serbest bırakmayı reddetmesi, filistin yönetimi'ni kışkırtıp düşmanca bir tutumla karşılık vermesi ve bu son diplomatik çabanın felaketle sonuçlanmasını sağlama niyetinin açık bir göstergesi.
beklenildiği gibi filistin tarafı da cenevre sözleşmeleri dahil 15 uluslararası anlaşmayı birleştirip 2012 sonunda birleşmiş milletler (bm) genel kurulu oylamasıyla kazandığı devlet statüsünü tek taraflı olarak ileri sürmeye devam edeceğini duyurarak israil'i kışkırtma rolünü yerine getirdi. söz konusu hamleye öfkelenen israil, filistin'in devlet olmasının tek yolu olarak israil'in de onay vereceği, hükümetler arası bir mutabakatı işaret ediyor.
çatışmanın diplomatik bir yaklaşım kapsamında makul bir şekilde sona erdirilmesi konusundaki mevcut karamsarlık, bu defa müzakereler için gerekli ön şartların hiç var olmadığına inanmamızı sağlayan somut sebeplerden kaynaklanıyor. binyamin netanyahu hükümetinin, doğu kudüs'tekiler de dahil, gayri kanuni israil yerleşimlerini, müzakereler devam ederken bile sınırsız şekilde genişletmekteki ısrarı, tel aviv'in filistin'in uluslararası hukuk çerçevesindeki en temel hakkı konumundaki toprak dokunulmazlığına saygı gösterme niyeti taşımadığının açık bir işareti.
netanyahu'nun, 'filistin yönetimi, israil'i "yahudi halkının ulus devleti" olarak kabul ettiği resmi bir bildiri yayımlamadığı müddetçe herhangi bir ilerleme kaydedilemeyeceği' noktasında ayak diremesi de durumu en az bunun kadar iyi anlatan bir diğer örnek. böyle bir talep, ramallah'taki filistin yönetimi'nin israil'de yaşayan 1,6 milyon filistinli'nin ikinci sınıf vatandaş olduğunu kabul etmesi ve 1948-1967 yıllarında yerlerinden edilen filistinli mültecilerin her türlü geri dönüş hakkından vazgeçmesi demek. uluslararası hukuk kapsamında düzenlenen geri dönüş hakkı, filistin halkını temsil etmiş her hükümetin ısrarla üzerinde durduğu bir konuyken, mahmud abbas'ın bundan vazgeçmesi, filistin yönetimi'nin siyaseten intihar etmesi ile eşdeğer bir adım olur.
abd hükümetinin müzakerelere başkanlık etme konusunda oynadığı ikili rolün de özünde sorunlu bir yönü var. bir taraftan israil'in koşulsuz şartsız müttefiki olduğunu iddia eden washington, adil bir barış peşinde koşan, tarafsız bir güç olduğuna dair filistinlilere nasıl güven verebilir? bunun en kestirme cevabı şu: veremez ve vermeyecektir.
rollerle ilgili bu çatışma, son diplomatik girişimin en başından itibaren ve özellikle de abd başkanı barack obama'nın müzakerelerin denetimi hususunda martin indyk'i özel temsilci olarak görevlendirmesi neticesinde hep israil lehine çözüldü. kariyeri boyunca uzun yıllar israil'i destekleyen ilişkiler içinde olan indyk, bir dönem amerikan siyaset sahnesinin genelinde israil yanlısı orantısız bir nüfuz yaratmaya çalışan meşhur aipac lobisinde de görev yapmış bir isimdi. filistin yönetimi'nin kendi diplomatik kaderini, israil'in devlet oluşundan ve bölgedeki durumu kontrol altında tutmasından dolayı zaten israil lehine ağır basan böylesi bir çerçeveye teslim etmesi, sadece filistin tarafının zafiyetiyle açıklanabilir.
müzakerelerin sürmesi ne kazandırır, ne kaybettirir?
"müzakerelere devam etmek ne kazandırır, ne kaybettirir?" sorusunun yanıtını işte bu zemin üzerinde aramak gerekiyor. işin kazanç yönü, müzakereler sürdüğü müddetçe, çatışmanın istenmeyen bir şiddete meylederek israil'in batı şeria, doğu kudüs ve gazze'ye ilişkin işgal politikalarına şiddetle meydan okuyan bir üçüncü intifada sürecine dönüşmeyeceğine dair biraz umut olacaktır. ayrıca abd hükümetinin iki devletli çözüme arka çıkmayı sürdürmesi halinde, diplomatik gayretleri desteklemek için bolca neden bulunduğu yönünde de bir his söz konusu.
arap dünyası ise 2002 yılında başlattığı ve 'israil'i işgal altındaki filistin'den çekilip 1967 yılında belirlenen yeşil hat sınırları içerisinde ve doğu kudüs başkent olmak üzere filistin devletini tanımaya davet eden' bölgesel barış girişimini kısa süre önce bir kez daha tasdikledi. bu barış vizyonu, oy birliği ile alınan 242 no'lu bm güvenlik konseyi kararı'na dayanıyor. bahsi geçen karar, israil'in 1967 savaşı sırasında işgal edilen topraklardan çekilmesinin yanında mülteci sorununun adil bir şekilde çözülmesine dayanıyordu.
aslına bakılırsa, israil ile filistin arasında barışın tesisi için iki parçalı bir fikir birliği ve bariz bir alternatifsizlik mevcut. öyle ki, yaygın kanıya göre ya iki devletli bir çözüm olacak ya da çatışma sürecek. bu bağlamda, bir zamanlar yaser arafat liderliğinde tüm filistin halkını temsil eden filistin kurtuluş örgütü'nün (fkö), bundan çok uzun zaman önce, 1988 yılında maksimalist hedeflerinden vazgeçip israil ile 1967 sınırlarına dayalı bir barış yapmaya ve mülteci meselesinde de uzlaşmaya hazır olduklarını belirtmesinin kıymetini anlamak gerekiyor. bu yaklaşım sayesinde israil, tarihi filistin'in yüzde 78'ini elde ederken, filistin devleti de kalan yüzde 22'lik kısım ile sınırlı kaldı. bu yüzde, bm'nin 1947 taksim planında filistinlilere sunulan miktarın yarısından bile azdı ve o dönemde adaletsiz olarak görülüyordu.
filistin tarafının belki de tedbirsizce verdiği bu ödün, genel diplomasi kapsamında karşılık görmek şöyle dursun kabullenilmedi bile. bence bu hata, israil tarafının esasen hükümetler arası görüşmeler vasıtasıyla soruna çözüm bulmak için gerekli siyasi iradeden yoksun olduğunu gösteriyor. filistin, yönetim kapasitesi açısından israil'den gelecek vergi gelirine bel bağlamış durumda ve dolayısıyla yola getirilebilir. öte yandan barış sürecindeki diplomatik fasılalar nötr de değil. israil, görüşmelerin olmadığı dönemleri, yerleşimleri arttırmaya hız verip filistin direnişine göz açtırmamak ve diğer yandan da anlamlı bir filistin devletini gitgide daha boş bir hayal gibi göstermek amacıyla 'yerinde bilgiler' toplamak için kullanıyor.
iki devlete dayalı uzlaşma fikrine, edward said gibi filistin'in etkili isimlerinin de aralarında bulunduğu kesimlerden yıllar içinde giderek artan bir tepki geldiği, pek çokları tarafından biliniyor. said'e göre, israil ve filistin halkları arasında kabul edilebilir bir uzlaşma sağlanması; ancak haklara, demokrasiye ve eşitliğe saygı ilkesine dayalı tek bir devlet çözümü ile mümkündü.
tek bir laik, demokratik devlet savunusu, esasen iki temel argümana dayanıyor:
birincisi; yerleşim sürecinin ve doğu kudüs'ü değişen nüfus istatistiklerinin esas olarak geri dönülmez olduğu, şu anda uygulanabilir bir filistin devleti kurulması için uygun araçların bulunmadığı ve bunun her geçen gün daha da belirgin hale geldiği yönündeki pragmatik görüş.
ikincisi; 21. yüzyılda, hele de israil nüfusunun yüzde 20'sinin filistinli olduğu ve bir dizi ayrımcı yasal tedbirlere maruz kaldığı bu örnek ekseninde, etnik devletler yaratmayı teşvik etmenin siyasi açıdan hiçbir mantığı olmadığını öne süren ilkeli görüş.
bazı açılardan bakıldığında filistin açmazının özü; iki devletli bir çözüm için çok geç, tek devletli bir çözüm için ise çok erken olduğunu kabul etmekte yatıyor.
görüşmelerin bu turu başarısız olursa veya devam ettirilmesi gerekir de aylar sonra hiçbir olumlu sonuç elde edilemezse, böylesi bir gelişme, filistinliler için hiç umut olmadığı anlamına mı gelir? bana göre, filistin'in adil barış umudu, yukarıda saydığım sebeplerden ötürü zaten asla resmi diplomasi neticesine bağlı olmamalıydı.
şu anda filistinliler için en iyi yol, tabandan gelecek bir hareketle baskı uygulayıp halk direnişini küresel dayanışma ile birleştirmektir. "meşruiyet savaşı" olarak adlandırdığım bu sürece, gandhi'nin britanya imparatorluğu karşısında şiddete başvurmadan elde ettiği zaferi ve yakın dönemden ırkçı güney afrika'ya karşı dünya çapında başlatılan apartheid karşıtı hareketin başarısı örnek gösterilebilir.
filistin ulusal hareketinin son dönemde şiddet içermeyen taktiklere yönelmesi ve boykot, tecrit ve yaptırım girişimi çevresinde dönen ve giderek büyüyen küresel dayanışma hareketi, avrupa başta olmak üzere dünyanın her yanında ivme kazanıyor. bm'nin üye devletlere çağrıda bulunarak, israil yerleşimleri ile iş ilişkisine girmenin uluslararası hukuk açısından sorunlu olduğunun kurumsal ve finansal aktörlere hatırlatılmasını istemesi ise bu gelişmeleri daha da pekiştirmekte.
aslında israil ve filistin etnik toplumları arasında, yetkisini hükümetlerin manevralarından ziyade halkın hareketlerinden alan, adil ve sürdürülebilir bir barış tesis etme arayışındaki filistinliler için ufukta umut var. elbette siyasi iklim değişirken, hükümetler de önemli bir rol üstlenerek yeni güçler dengesinden faydalanabilir. ve bu bağlamda, uzun süredir işgal altında olan insanların kaderi jeopolitikaya kurban edilirken, diplomasinin de şimdi olduğu gibi (müzakerelerin başarısızlığı için suçlu aranan) saçma bir suçlama oyununa dönüşmek yerine çözüm yönünde ilerlemesini sağlayabilir.
birleşmiş milletler’in filistin insan hakları raportörlüğü görevini 2008'den beri sürdürüyor. princeton üniversitesi, uluslararası hukuk fakültesi'nde albert g. milbank emeritus profesör ünvanına sahip. aynı zamanda california üniversitesi, uluslararası çalışmalar bölümü’nde araştırma danışmanı. elli yılı aşkın bir süreye yayılan yazarlık ve editörlük hayatında birçok yayına imzasını attı.
twitter'dan takip edin: @rfalk13
bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar