Görüş

Amerika’nın düşüşü: Emperyal yol

Emperyalizm hâlâ bizimle; ancak farklılaşmakta olan dünyada güç dağılımı değişiyor.

Ellerinde pankartlarla Filistinliler.
ABD politikaları Filistinlilerin haklarını marjinalleştirirken, Washington görüşmelere gözetmenlik yapmak istiyor. [AFP]

aşağıdaki makale noam chomsky’nin abd’nin gücünün azalması üzerine yazdığı makalenin ikinci bölümüdür. ilk bölüme buradan ulaşabilirsiniz.

ülkenin ‘kendi kendini bilerek düşürdüğü’ yıllarda, dünyadaki “kayıplar” artmaya devam etti. güney amerika’nın, geçtiğimiz on yıllık dönemde (ve 500 yıldan beri ilk kez) kendini batı’nın hakimiyetinden kurtarmak amacıyla başarılı adımlar atması ciddi bir başka kayıp demek. bölge bütünleşmeye yöneldi ve çoğunlukla büyük bir sefalet denizindeki müthiş servet adaları olan avrupalılaşmış elitlerin yönettiği toplumların korkunç iç sorunlarından bazılarını ele almaya başladı. abd askeri üsleri ve imf kontrollerinden de bütünüyle kurtuldu. yeni kurulan latin amerika ve karayip adaları devletler topluluğu (celac), abd ve kanada hariç yeni dünya’nın bütün ülkelerini kapsıyor. gerçekten işlev göstermesi durumunda, abd’nin düşüşünde bir başka safha olacak ve bu düşüş eskiden beri abd’nin “arka bahçesi” olarak görülen yerde gerçekleşecek.


mena ülkeleri 'dünya tarihinde en büyük maddi mükafatlardan
biri' olarak görülmüştür. [gallo/getty]

bundan daha ciddisi ise, 1940’lardan beri planlayıcıların “etkili bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük maddi mükafatlarından biri” olarak gördükleri mena ülkelerinin (ortadoğu ve kuzey afrika) kaybedilmesi olacaktır. mena’nın enerji rezervlerini kontrol etmenin getirisi, roosevelt’in nüfuz sahibi danışmanı a.a. berle’in ifadesiyle, “dünyanın büyük ölçüde kontrol edilmesi” anlamına gelir. elbette, kuzey amerika’daki enerji kaynaklarını temel alan ve abd’ye enerji açısından bağımsız bir yüzyıl öngören tahminlerinin gerçekçi olduğu ortaya çıkarsa, mena’yı kontrol etmenin önemi bir miktar azalacaktır; ancak çok da değil, çünkü her zaman için temel endişe erişmekten ziyade kontrol etmek olmuştur. ancak, gezegenin dengesi açısından muhtemel sonuçları o kadar kaygı vericidir ki, bu tartışma büyük ölçüde akademik olabilir.

tarihsel açıdan önemli bir başka gelişme olan arap baharı, mena’nın en azından kısmen “kaybedilmesinin” işareti olabilirdi. abd ve müttefikleri, bu akıbeti engellemek için çok çaba göstermiş ve şu ana kadar önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. halk ayaklanmalarına yönelik politikalarında, abd’nin etkisine ve kontrolüne en yatkın güçlerin desteklenmesini isteyen standart prensipler yakından izlenmiştir. kayrılan diktatörler, kontrol sağlayabildikleri sürece desteklenir (büyük petrol ülkelerinde olduğu gibi). bu imkansız hale gelince, diktatörler bir kenara atılır ve eski rejim mümkün olduğunca eksiksiz olarak yeniden inşa edilir (tunus ve mısır’da olduğu gibi). izlenen yöntem tanıdıktır: somoza, marcos, duvalier, mobutu, suharto ve diğerlerini hatırlayabiliriz. libya örneğinde, geleneksel üç emperyal güç, fevri ve güvenilmez bir diktatörü devirmeyi amaçlayan isyana katılmak üzere kuvvet kullanarak müdahale ettiler. böylece, (beklendiği gibi) öncelikle petrol ancak aynı zamanda, büyük fransız şirketlerini özellikle ilgilendiren su olmak üzere, libya’nın zengin kaynaklarını daha etkili bir şekilde kontrol etmenin, abd’nin afrika komutası için belki bir askeri üs kurmanın (şu ana kadar almanya ile kısıtlanmıştır) ve çin’in artan nüfuzunu geriletmenin yolunu açmışlardır. politikalar açısından fazla bir sürpriz gerçekleşmemiştir.

halkın düşüncelerinin politikaları etkileyebileceği işleyen bir demokrasi tehdidini azaltmak hayati bir öneme sahiptir. bu ise yine olağan ve oldukça da anlaşılırdır. abd araştırma kuruluşlarının mena ülkelerinde yaptığı kamuoyu anketleri, halkın politikaları önemli ölçüde etkileyeceği otantik demokrasiler karşısında batı’nın korkusuna ışık tutuyor.

israil ve cumhuriyetçi parti

benzeri değerlendirmeleri, bu yazının birinci bölümünde alıntı yapılan foreign affairs dergisinde ele alınan ikinci büyük kaygı konusu israil – filistin anlaşmazlığına doğrudan taşımak mümkün. demokrasi korkusu, bu meselede olduğundan daha net bir şekilde teşhir edilemez. ocak 2006’da, filistin’de bir seçim yapıldı; uluslararası gözlemciler seçimin serbest ve adil olduğunu ilan etti. abd’nin ve tabii ki israil’in anında verdiği tepki (avrupalılar da onları usluca takip etmiştir) filistinlilere yanlış oy verdikleri için ağır cezalar vermek oldu.

bu, yeni bir şey değil. ana akım akademi dünyasında kabul gören, genel ve şaşırtıcı olmayan şu ilkeyle oldukça uyumlu: abd demokrasiyi sadece ve sadece sonuçları kendi stratejik ve ekonomik hedefleriyle uyumlu olduğu takdirde destekler. “demokrasiyi destekleme” teşebbüslerinin en tedbirli ve saygın akademik analisti, yeni reagancı thomas carothers’ın hazin çıkarımıdır bu.

daha geniş bir perspektiften bakacak olursak, abd, 35 yıldır israil-filistin meselesinde inkarcı tarafın başını çekmiştir. koşullarını burada tekrar edilmesi gerekmeyecek kadar iyi bildiğimiz bir siyasi anlaşma için çağrı yapan uluslararası mutabakatı engellemiştir. batı’nın dilinden israil’in önkoşulsuz müzakereler istediği, filistinlilerin ise bunu reddettiği düşmüyor. tam tersi doğrudur. abd ve israil, zorlayıcı önkoşullar talep etmektedir ve dahası bunlar mühim konularda filistinlilerin teslim olmasını ya da müzakerelerin sonuçsuz kalmasını sağlamak üzere hazırlanmıştır.

ilk önkoşul, müzakerelere washington’ın gözetmenlik etmesi; ki bu olsa olsa irak’taki sünni şii çatışmalarıyla ilgili müzakerelere iran’ın gözetmenlik etmesini talep etmek kadar mantıklıdır. ciddi müzakerelerin nispeten nötr bir tarafın nezaretinde yapılması gerekir: tercihen uluslararası saygınlığı olan bir taraf, belki brezilya. müzakereler birbirine karşı çıkan iki taraf arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye çalışmalıdır: bu taraflardan biri abd ve israil diğeri ise dünyanın çoğunluğudur.

ikinci önkoşul, israil’in batı şeria’daki yasadışı yerleşimlerini genişletmekte özgür olmasıdır. teorik olarak abd bu eylemlere karşı çıkıyor, ama israil’in eline hafifçe vurmakla kalıyor ve bu arada ekonomik, diplomatik ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. abd, kısıtlı da olsa bazı itirazları olduğunda bu eylemleri kolaylıkla engelleyebilmektedir. örneğin, batı şeria’yı ortadan ikiye bölerek ‘büyük kudüs’ü israil’in 39.000 nüfuslu ma'aleh adumim yerleşimine bağlayacak e-1 projesinde olduğu gibi. bütün planlama etkinlikleri açısından israilli planlayıcılar için yüksek önceliği olan proje washington’dan itirazlar almış, israil de projeyi küçük parçalar halinde gerçekleştirmek için hileli yöntemlere başvurmak zorunda kalmıştı.

karşı çıkarmış gibi yapma numarası, şubat 2011’de, obama, resmi abd politikasının uygulanmasını isteyen (ayrıca genişlemeler bir tarafa, yerleşimlerin kendilerinin yasadışı olduğunu söyleyen tartışmasız bir değerlendirmeyi ilave eden) güvenlik konseyi kararını veto ettiğinde bir kaba güldürü düzeyine ulaştı. o zamandan beri, üzerinde çalışılmış provokasyonlarla birlikte sürdürülmekte olan yerleşimlerin genişlemesini durdurma konusu hakkında fazla konuşulmuyor.

nitekim, israil ve filistinli temsilciler ocak 2011’de ürdün’de buluşmaya hazırlanırken israil, güvenlik konseyi’nin emirlerini doğrudan ihlal edecek şekilde ilhak ettiği, yerleştiği ve israil’in başkenti olarak inşa ettiği kudüs’ün büyük ölçüde genişletilen alanı içinde olduğunu ilan ettiği pisgat ze'ev ve har homa’da yeni konutlar inşa edeceğini açıkladı. başka hamlelerle de, batı şeria’da filistin idaresine kalacak kapalı yerleşim bölgelerini filistin hayatının eski kudüs’teki kültürel, ticari ve siyasi merkezinden ayırmaya yönelik çok büyük çaplı bir stratejiyi devam ettirmektedir.

filistinlilerin haklarının abd politikaları ve söyleminde marjinalleştirilmesinin gerekli olduğu anlaşılırdır. filistinliler paraya veya güce sahip değil. abd’ye politika meseleleri konusunda hiçbir şey veremezler; aslında tam tersine, “arap kamuoyunu” kışkırtan bir baş ağrısı olarak değerleri ekside.

israil ise, tam tersine, değerli bir müttefik. büyük oranda askeri amaçlı, gelişmiş yüksek teknolojiye sahip zengin bir toplum. on yıllardır, özellikle de nasırcılık virüsünü yok ederek abd ve onun suudi dostlarına büyük hizmet verdiği 1967’den beri, çok değer verilen bir askeri ve stratejik müttefik olmuş ve washington ile o tarihten beri biçimini koruyan “özel bir ilişki” tesis etmiştir. aynı zamanda, abd’nin ileri teknoloji yatırımları açısından da büyümekte olan bir merkezdir. nitekim, her iki ülkedeki yüksek teknoloji sanayiler (özellikle de askeri amaçlı olanlar) çok yakından bağlantılıdır.

büyük güç siyasetine ilişkin bu giriş düzeyindeki değerlendirmelerin dışında, göz ardı edilmemesi gereken kültürel unsurlar var. abd ve britanya’daki hristiyan siyonizmi, yahudi siyonizmi’nden çok daha önce gelmektedir ve belirgin politika etkileri olan (gücünü siyonizmden alan balfour deklarasyonu bunlara dahildir) önemli bir elit tabaka olgusudur. birinci dünya savaşı’nda general allenby kudüs’ü fethettiğinde, abd basınında son iki haçlı seferi’ni kazanan ve paganları kutsal topraklar’dan kovan “aslan yürekli rişar/richard” olarak övgü almıştı.


filistin toprakları tarih boyunca yahudiler için "vadedilmiş topraklar"
olarak görülmüştür. [marsmet542, flickr]

bundan sonraki safha, seçilmiş halk’ın tanrı’nın onlara vadettiği topraklara dönmesiydi. başkan roosevelt’in içişleri bakanı harold ickes, yahudilerin filistin’i kolonize etmesini “insan ırkının tarihinde eşi olmayan” bir başarı olarak nitelerken elitlere ait yaygın bir görüşü açık bir şekilde telaffuz etmişti. bu tür yaklaşımlar, ülkenin ilk zamanlarından beri popüler ve elit kültürün güçlü bir unsuru olan providansiyalist doktrinlerde kolayca yer buluyor. yani, birçok önde gelen liderin ifade ettiği gibi, tanrı’nın dünya için bir planı vardır ve abd, ilahi rehberliğin altında onu geleceğe taşımaktadır.

ayrıca, evanjelist hristiyanlık, abd’deki önemli yaygın güçlerden biridir. uç noktalarına doğru baktığımızda, 1948’de israil’in kurulması ile canlanan ve 1967’de filistin’in kalanının fethedilmesiyle kuvvet kazanan kıyamet günü evanjelistlerinin halk içinde etki alanı çok büyüktür ve zaten bu iki olay dünyanın sonu’nun ve hz. isa’nın ikinci kez dünya’ya gelmesinin yaklaştığının işaretleridir.

bu güçler, cumhuriyetçi parti’nin süper zenginler ve büyük şirketlerden oluşan küçük bir yüzdeye hizmet etmek için kendisini, sorgulama yapılmayan bir tekdüzeliğe vakfederek geleneksel anlamda bir siyasi partiymiş gibi yapma numarasını bıraktığı reagan döneminden sonra özellikle önem kazanmıştır. ancak, yeniden yapılandırılmış partinin hizmet ettiği seçmenler oy kazandırmayacağı için başka yerlere bakmak zorunda kaldılar.

tek seçenek, her zaman mevcut olan, ancak nadiren örgütlü bir siyasi güç halinde bulunan eğilimleri harekete geçirmektir: öncelikle öfke ve nefretle titreyen nativistleri ve dindar unsurları (abd’den bahsetmiyor olmasak, uluslararası standartlara göre fanatikleri). bunun sonuçlarında biri incil’in kehanetlerine hürmet etmek, dolayısıyla israil ve onun fetihleri ve genişlemesine destek olmakla kalmayıp onu tutkuyla sevmektir. bu da cumhuriyetçi adayların belirli bir tonlamayla okumaları gereken ilmihalin bir parçası ve yine demokratlar onları yakından takip ediyor.

bütün bu faktörler bir tarafa, britanya ve onun dünyanın diğer bölgelerine yerleşmiş torunlarının (angloshpere), baskı altında tuttukları veya neredeyse tamamen yok ettikleri yerli toplumların külleri üzerinde yükselen yerleşimci ve kolonyal toplumlar olduğunu unutmamalıyız. geçmişteki uygulamaların haklı olması gerekir ve hatta abd örneğinde görevlendirme takdiri ilahi’dir. bunun paralelinde, aynı yolu izlediklerinde, israil’in çocuklarına karşı genellikle sezgisel bir duygudaşlık vardır. ancak, birincil olarak, jeo-stratejik ve ekonomik çıkarlar etkili olmaktadır ve politikalar taşlara oyulmuş değildir.

iran ‘tehdidi’ ve nükleer meselesi

son olarak, daha önce alıntı yaptığımız, egemenleri temsil eden dergilerinde ele alınan en önemli üçüncü konu olan “iran tehdidi”ne bakalım. [iran] elitler ve siyasi sınıf arasında, çoğunlukla, dünya düzeni karşısındaki en önemli tehdit addedilse de kitleler için öyle değil. avrupa’da, anketler barışın karşısındaki en büyük tehdidin israil olarak görüldüğünü söylüyor. mena ülkelerinde ise bu statü abd ile paylaşılıyor; hatta tahrir meydanı ayaklanmasının arifesinde, mısır’da nüfusun yüzde 80’i iran’ın nükleer güce sahip olması durumunda bölgenin daha güvenli olacağını söylemişti. aynı anketler, kendilerine mahsus kaygıları olan diktatörlerin tersine, sadece yüzde 10’luk bir kısmın iran’ı bir tehdit olarak gördüğüne işaret etmişti.

abd’de ise, geçtiğimiz birkaç yıldır uygulanmakta olan devasa propaganda kampanyalarının öncesinde, nüfusun büyük bir bölümü, nükleer silahların yayılmasının önlenmesine ilişkin antlaşma’nın (npt) imzacısı olarak iran’ın uranyum zenginleştirme konusunda çalışmaya hakkı olduğu konusunda dünyanın çoğunluğuyla aynı fikirdeydi. hatta bugün bile büyük bir çoğunluk iran ile barışçıl yöntemlerle uğraşılması gerektiğini düşünüyor. iran ve israil’in savaşa girmesi halinde askeri müdahale yapılmasının aleyhinde de güçlü bir muhalefet var. iran’ı abd için önemli bir kaygı olarak görenlerin oranı sadece yüzde 25. ancak burada halkın düşüncesini ve onlara yönelik politikaları (sık sık bir kanyon gibi) bölen bir uçurum olması alışıldık bir şey.

gerçekten de iran neden muazzam bir tehdit olarak algılanıyor? bu soru nadiren tartışılıyorsa da (çoğu zaman olduğu gibi, ateşli beyanların arasında olmasa bile) ciddi bir cevap bulmak güç değil. en amirane cevap pentagon ve istihbarat hizmetlerinin küresel güvenlik konularında kongre’ye sundukları düzenli raporlarda sunuluyor. iran’ın bir askeri tehdit oluşturmadığını söylüyorlar. askeri harcaması çok düşük; hatta bölgenin standartlarına göre bile ve abd ile karşılaştırıldığında tabii ki cüzi.


iran, nükleer programının barışçıl amaçlarla olduğunu söylüyor ve
silah üretme amacında olduğu iddialarını reddediyor. [reuters]

iran kendi toprakları dışında asker konuşlandırabilecek kapasiteye sahip değil. stratejik doktrinleri savunma amaçlı ve kendisine yapılacak saldırıları diplomatik süreçlerin başlamasını sağlayacak süreyle engellemek için tasarlanıyor. bildirilenlere göre, iran’ın bir nükleer silah kapasitesi geliştirmesi caydırma stratejisinin bir parçası olacaktır. ciddiye alınabilecek hiçbir analist, iktidardaki mollaların ülkeleri ve mal varlıklarının buharlaşmasını görmeye istekli olduğuna inanmıyor. nükleer savaş çıkarmaya biraz yaklaşmanın bile sonucu bu olacaktır. ayrıca, mevcut koşullarda, iran’daki herhangi bir liderliğin neden caydırıcı olmak isteyeceğini açıklamak için çok söz sarf etmek de gerekmiyor.

rejim kuşkusuz, nüfusunun çoğuna yönelik ciddi bir tehdit ve maalesef bu değerlendirme bir tek onun için geçerli değil. öte yandan abd ve israil’e yönelik asıl tehdit, istedikleri gibi şiddet uygulamalarına iran’ın engel teşkil edebilecek olması. bir başka tehdit de iran’ın açıkça nüfuzunu komşuları irak ve afganistan ile ötesine genişletmeye çalışması. bu “meşru olmayan” eylemler için “istikrarı bozucu” ifadesi (ya da daha kötü sözler) kullanılıyor. bunun aksine, abd’nin nüfuzunu dünyanın diğer yarısına güç kullanarak dayatması ise, dünyanın sahibinin kim olduğuyla ilgili geleneksel doktrinle uyumlu olacak şekilde “istikrara” ve düzene katkıda bulunuyor.

iran’ın, aralarında npt’yi imzalamayı reddeden israil, hindistan ve pakistan üçlüsünün bulunduğu nükleer silahlara sahip ülkelere katılmasını engellemeye çalışmak oldukça mantıklıdır (bu ülkelerin hepsi nükleer silah geliştirme sürecinde abd’den yardım almış ve hâlâ almaktadır). bu hedefe barışçıl diplomatik araçlarla yaklaşılması ise imkansız sayılmaz. çok büyük uluslararası destek alan bir yaklaşım, iran ve israil dahil (ve burada görev yapan abd güçleri için de geçerli olacak şekilde) ortadoğu’da nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturmaya yönelik anlamlı adımlar atmaktır ve hatta bu bölgenin güney asya’yı da içine alacak şekilde genişlemesi daha bile iyi olacaktır.

bu çabaya verilen destek o kadar güçlü ki obama yönetimi usulen kabul etmek zorunda kalmıştır; ancak bazı çekinceler eklenmiştir: israil’in nükleer programı uluslararası atom enerjisi kurumu’nun gözetimi altına alınmayacak ve hiçbir ülke (yani abd) “israil’e yapılmış eski nükleer aktarımlarla ilgili bilgiler dahil, israil’in nükleer tesisleri ve etkinlikleri hakkında” bilgi vermek zorunda bırakılmayacaktır. obama, aynı zamanda, bu teklifin (abd ve israil’in süresiz erteleyebileceği) kapsamlı bir barış anlaşması şartına bağlı olmasını isteyen israil’in pozisyonunu da benimsemiştir.

buradaki incelemenin geniş kapsamlı ve ayrıntılı olmadığını söylemeye gerek bile yok. ele alınmayan konulardan biri, devasa askeri üsler sistemine yapılan yeni ilavelerle birlikte (güney kore’nin jeju adası ve kuzeybatı avustralya) abd askeri politikasının, asya pasifik bölgesine kaymasıdır. bunlar da çin’i “çevreleme” politikasının unsurlarıdır. konuyla yakından ilgili bir başka mesele de, halkın yıllardır karşı çıktığı ve abd-tokyo-okinawa ilişkilerinde sürekli bir krize neden olan okinawa’daki abd üsleridir.

temel kabullerin ne kadar az değiştiğini gösterecek şekilde, abd’nin strateji analistleri, çin’in askeri programlarının sonucunu, foreign policy research institute’tan paul godwin'in sözleriyle “planlayıcıları tarafından savunma amaçlı addedilen askeri programlar ve ulusal stratejilerin karşı tarafça tehdit edici olarak görüldüğü klasik bir ‘güvenlik ikilemi’” olarak tanımlıyor. güvenlik ikilemi, çin’e kıyısı olan denizler üzerinde ortaya çıkıyor. abd, bu suları kontrol etme politikalarına “savunma amaçlı” gözüyle bakarken, çin, bunları “tehdit edici” görüyor; bunun karşılığında, çin yakın bölgelerdeki eylemlerini “savunma amaçlı”, abd ise tehdit edici görüyor. abd’nin karasularıyla ilgili böyle bir tartışmayı ise hayal bile edemeyiz. “klasik güvenlik ikilemi”, yine, abd’nin dünyanın büyük bölümünü kontrol etmeye hakkı olduğu ve güvenliği için neredeyse mutlak bir küresel kontrol gerektiği kabulüne göre oldukça anlamlı.

emperyal egemenliğin ilkeleri çok az değişime uğramış olmasına rağmen, güç, farklılaşan bir dünyada daha geniş bir şekilde dağıtıldığından bu ilkeleri uygulama kapasitesi önemli ölçüde azalmıştır. bunun birçok sonucu var. ancak, ne yazık ki, bunların hiçbiri küresel düzen değerlendirmelerinin üzerinde dolaşan iki kara bulutu kaldırmıyor: canlı türlerinin hayatta kalmasını kelimenin tam anlamıyla tehdit eden nükleer savaş ve çevresel felaket.

aslında tam tersi. her iki tehdit de çok kaygı verici olup giderek güçlenmektedir.

noam chomsky mit dilbilimi ve felsefe departmanı emeritus profesörü ve birçok çok satan siyasi kitabın yazarıdır. son kitapları arasında 1950’lerden bu yana dil ve siyaset hakkında yazdıklarının bir derlemesi olan (ve editörlüğünü anthony arnove’un yaptığı) making the future: occupations, intervention, empire, resistance, the essential chomsky, ilan pappé ile kaleme aldığı gaza in crisis ve hopes and prospects mevcuttur.

 bu makalenin ilk nüshası tomdispach.com tarafından yayınlandı.

bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Noam Chomsky

mit dilbilimi ve felsefe departmanı emeritus profesörü ve birçok çok satan siyasi kitabın yazarıdır. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;